14 Ocak 2010 Perşembe

Bölüm 9

Kendimi toparladığımda camdan bakmak için koltuktan kalktım. Evin önündeki son insanlar da dağılmıştı. Bir an önce taşınmayı bekliyordum artık. Londra’da kimse beni tanımayacaktı. Yarın annem geliyordu ve bizde gidiyorduk. O olmayacaktı, camdan bakınca heyecanlanmayacaktım. Kendi geleceğimi kendim mahvetmiştim. Ona olan duygularımı açıklarken böyle bir tepki gelebileceğini biliyordum ama yinede üzülüyor insan. Artık dostum bile olamayacaktı.
Cep telefonumu elime aldım. Annemi aramak için son aranan numaralar kısmını açtım. Hah. Kendini aramıştı. Numarayı ezberlemeden sildim. Annemin numarasını bulup aradım. 5 saat sonra evde olacaklarını ve taşınma işinin tahminimizden daha erken olacağını, bu nedenle eşyalarımı toplamaya başlamamı söyledi. Duşa girip son 1 haftadır yaşadığım olayları gözden geçirdim. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki. Bunlar herkesin kaldırabileceği türden şeyler değildi. Benim ve O’nun bile.


Banyodan sonra odama yavaş yavaş yürüdüm. Bu küçük daireyi seviyordum. Josephine’i seviyordum. Ve gitmek istemiyordum. Üzerimi giyindim ve Los Angeles’a geldiğimden beri hiç giymediğim kıyafetleri ayırmaya başladım. Çok gereksiz kıyafetler vardı ve çoğu Londra’nın kasvetli havasına uygun değildi. Jo’nun beğendiği tişört ve gömlekleri ona bırakabilirdim. Yeterince soğuk olan Londra’da onları giyip soğuktan ölmek istemiyordum. Böylece kıyafetleri ikiye ayırdım; Josephine için, Londra için.


Kıyafet dağının arasında geçirdiğim iki saat elimi ve aklımı oldukça meşgul etmişti. Kendi duygularımla baş başa kalamadan yorgunluktan uyuyakalmıştım. Sabah gözlerimi açtığımda yatağımın başucunda annem oturuyordu. “Günaydın hayatım. Seni çok özlemişim.” Dedi. Yanıma gelip alnımdan öptü. Bende onu özlemiştim. Çok anne gibi kokuyordu. “ Bende seni özledim anne. Siz yokken çok sıkıldım.” Dedim. “ Eminim çok sıkılmışsındır. Bana biz yokken uğraşacak fazla şey bulmuşsun gibi geldi. Yanılmadığıma eminim Mel. Bu kadar korkunç görünmek için çok çabalamış olmalısın. Anlatmak ister misin?” Yatağımda doğruldum. “Sence bunları konuşmak için uygun zaman mı anne? Beni sorguya çekmek için yeterince zamana sahipsin. Lütfen önce kahvaltı yapamaz mıyız?” Ben yatağımdan kalkıp dolabımın başında ne giysem diye düşünürken kendine kendine konuşur gibi mırıldandı “ Haftaya Londra uçağında benden kaçamazsın nasılsa…” Haftaya mı? “Ne? Sen az önce tam olarak ne dedin?” “Londra dedim. Haftaya. Baban ev eşyalarının nakliyesini ayarlamak için bir şirketle görüşmeye gitti. Orada çok hoş bir ev bulduk. Sakin bir semtte. Tam senin seveceğin gibi. 2 katlı küçük bir banliyö. Seni uykusuz bırakacak çılgın komşular da yok.” Dedi iğneleyici bir biçimde.

Onun beni konuşturma çabaları gülmemi sağladı. Gerçekten ondan kaçamayacaktım. Sonunda anneme her şeyi anlatmam gerekecekti. Annemi bir şekilde oyalayabilirdim. Çok güzel bir kadındı ama zeki olduğu söylenemezdi. Dikkati çok çabuk dağılıyordu. Bu sırada gitmeden Rob ile konuşmam gerekiyordu. Ona en derinimde saklı duygularımı anlatmıştım ve o beni düşünmem gerek diyerek bırakıp gitmişti. Yinede bu ona veda etmem gerekmediği anlamına gelmiyordu. Gurur da bir yere kadar ama değil mi?


Onunla belki gideceğim gün konuşabilirdim. Evde bulamazsam da küçük bir not bırakabilirdim. Yada ona adresimi verebilirdim. Beni sevmemesi bir şey değiştirmezdi ki sonuçta. Bir dosta ihtiyacı olduğunda yada kaçmak istediğinde Londra’ya gelebilirdi. Bu güzel olurdu. Hem de çok.
O gün öğlen babam elinde 2 uçak biletiyle eve geldi. 14 Haziran tarihine Business Class dan alınmış 2 bilet. Los Angeles hava alanından Londra’ya. Sabah 9 uçağı. 12 saatlik uçuş. Sonunda gidiyordum. Kahvaltıyı hazırlarken gözüm saatin tarih kısmına takıldı. 9 Haziran. 5 gün vardı. Bir an önce cesaretimi toplayıp onunla konuşmam lazımdı ama ben bu planı biraz ertelemeye karar verdim.


Takip eden 4 gün boyunca hep aynı şeyleri yaptım. Eşyalarımı ayırdım, evdeki ufak tefek eşyaları kutulara yerleştirdim ve bir veda konuşması üzerinde düşünmeye başladım. Kendimi aptal gibi göstermeden veda etmenin güzel bir yolunu bulmam gerekiyordu. Duygularımı ifade etmekte pek fazla iyi olmadığım için(!) Jo’ya danışmaya karar verdim. Bu durumda beni en iyi o anlardı. Ayrıca onun için ayırdığım kıyafetleri de versem iyi olurdu. Nasılsa yarın sabah 9 da ben artık burada olmayacaktım. Bir gün Jo’nun çılgınlıklarını, çığlıklarını, dedikodularını ve alışveriş takıntısını özleyebileceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama olmuştu işte, o deli kızı daha şimdiden özlemiştim. Keşke o da benimle gelseydi yada ben hiç gitmeseydim


Yine saçmaladığımın farkına vardım. Artık her şey tamamdı. Gitmemem için hiçbir sebep yoktu. Babam işleri halletmek için bu sabah Londra’ya gitmişti. Bizde yarın sabah gidiyorduk işte. “Anne, Josephine’le vedalaşmam gerek. Geç gelirim.” Diye bağırdım. Cevap vermesini beklemeden kapıyı kapatıp koşarak üst kata çıktım. Kapıyı Jo açtı. Beni görünce yüzüne daha önce görmediğim ama yaramazlık yaparken yakalanmış çocuklara benzeyen bir ifade yerleşti. Elimdeki eşyaları havaya kaldırdım. “ Sana birkaç hediye bırakmak istedim.” Dedim. Ağlamaya başladı. “Kızım, sen bugüne kadarki en mükemmel arkadaşsın. Londra’ya taşınman bir şey değiştirmez. Oradaki yakışıklı çocukları fethetmek için bir gün geleceğim.” Bu kız hiç değişmeyecekti. Sıkıca sarıldım. Bir daha görüşemeyeceğimizi biliyordum. Dayanamayıp bende ağlamaya başladım. “Eee, beni içeri davet etmeyecek misin? Unutma buradaki son gecem bu!” Yutkundu. “Şey… Mel. Aslında bu pek de iyi bir fikir değil. Birazdan ben sana uğrasam olur mu? Ev biraz dağınık da.” Bahane mi bulmaya çalışıyordu bu kız. Hey bu benim son gecem ama. Hiç adil değildi. “ Bak dağınık olması hiç önemli değil. Ben son gecemi en iyi arkadaşımla geçirmek istiyorum.” Dedim ve içeri girdim. O oh. İşte bunu hiç mi hiç beklemiyordum…

Hiç yorum yok: