28 Ocak 2010 Perşembe

Bölüm 16

Omzuma dokunan elin sayesinde uyandım. “Tatlım, seni görmeye gelenler var.” Oflayarak doğruldum. Elinde kocaman bir demet çiçekle Clare ve Richard içeri girdiler. “Geçmiş olsun güzel kız. Yaralandığını duyunca gelmek istedik ama Rob bize seni uyuttuklarını söyledi. Bizde uyanmanı bekledik. Richard, çiçekleri Melanie’ye ver lütfen.” Yavaşça çiçekleri kucağıma koydu. Bunlar gerçekten harika kokuyorlardı. “Teşekkür ederim. Bunlar gerçekten… harikalar. Geldiğiniz için çok sevindim.” Clare yatağın yanındaki koltuğa oturunca uzanıp elimi tuttu. “Önemi yok tatlım. Artık sende aileden sayılırsın. Değil mi Richard?” Adam camdan dışarı bakıyordu. Sanki bir robot gibi Clare’nin sorularına otomatik olarak cevap veriyordu. “Sen onun kusuruna bakma. Sadece biraz endişeli. Babaları bilirsin.” Başımı salladım. Endişelenmesi normal bir şey değil mi?

“O nerde?” diye sordum. Telefonla konuşmak için çıkmıştı ve hala dönmemişti. Clare umursamaz bir tavırla etrafına bakmaya devam etti. “Bir arkadaşıyla görüşmesi gerekiyormuş. İş ile ilgili olduğunu söyledi.” Tahmin ettiğim gibi iş. Biz sohbet ederken hemşire odaya girdi. “Ziyaret saati bitti. Şimdi hastamızı biraz yalnız bırakalım. Ayrıca yarın sabah taburcu olacak, o zaman bol bol sohbet edersiniz. Şimdi uyku vakti.” Bu insanlar benden daha ne kadar uyumamı bekleyeceklerdi ki. Son bilmem kaç gündür durmadan uyuyordum. “Geldiğin için teşekkür ederim Clare, ve sana da Richard.” Bana gülümseyip odadan çıktılar.

Hemşire ilacı hazırlarken bana sorular soruyordu. “Çok seviliyorsun bence. Dışarıda o kadar çok insan vardı ki, onları buradan uzaklaştırmak çok zor oldu. He bir de gazeteciler vardı, sanırım şu oyuncu yüzünden. Herkes kafayı takmış durumda, benim yeğenim henüz on yaşında ve ona deli gibi aşık. Çok şanslısın hayatım.” Gazeteciler olayını hastaneden sonraya bıraktım. Hala konuşmakta olan hemşireye gülümsedim. Elindeki iğneyi seruma batırıp ilacı enjekte etti. “Dinlenmene bak, o kalabalık yarın evinde olacak gibi görünüyor. İyi uykular.” Omzumu sıvazlayıp odadan çıktı. Kapının kapanmasından sonra derin nefesler alıp rahatladım. İlaç etkisini göstermeye başlamıştı bile.

“Kalk bakalım uykucu. Gitme vakti.” Annem elinde bavulumla odadaki eşyaları topluyordu. Yatağın üzerine giyebileceğim tek kıyafet olan toz pembe bir elbise fırlattı. Elbiseyi alıp havaya kaldırdım. “Tek başıma giyebileceğimi sanmıyorsun değil mi?” oflayarak yanıma geldi. Üzerimdeki aptal hastane kıyafetini çıkartıp elbiseyi giydirdi. “15 senedir seni giydirmiyordum. Pratik yapmam lazım.” Gülmeye çalıştım. Elbiseye göz attım. Eğer hava sıcaksa oldukça uygun bir giysiydi. Dizlerimin üzerine kadar uzanıyordu ve kalın askıları vardı.

“Böyle bir elbisem olduğunu hatırlamıyorum. Ben burada sürünürken alışveriş mi yaptın sen?” Anneme bağırmaya başladım. Yüz ifadesi şok olmuş gibiydi. O kadar komik görünüyordu ki. Gülmeye başladım. “Şaka yaptım!” Başını çevirdi. Elini pantolonun arka cebine sokup elbiseyle aynı renkte bir kağıt parçası çıkarıp bana uzattı. “Bu da sana!” kağıdı alıp okudum; ‘Sanırım seninle sevdiğin renkler konusunda konuşmamız gerekecek. Evde görüşürüz. Seni seviyorum. R’ Yazdığını okuyunca sinirlendim çünkü en son telefonla konuşmak için odadan çıkmıştı ve ortalarda yoktu. Ne haltlar karıştırıyordu bu çocuk. “Bittiyse çıkalım Melanie.” Dedi annem. Bana genelde sinirli olduğu zamanlar Melanie derdi. Umursamadım çünkü berbat bir oyuncuydu ve aklı sıra beni kandırmaya çalışıyordu. “Anne, biliyor musun, korkunç bir oyuncusun. İki yaşında bebek bile bu tavırlarına inanmaz.” Gülümsemesini bastırmaya çalıştığı belliydi. “Yürü bakalım.” Bana uzattığı koluna tutunup odadan çıktım.

Odanın önünde dünkü hemşire tekerlekli sandalyeyle bekliyordu. “Hey, buna bineceğime inanmıyorsunuz değil mi? Bana öyle bakmayın. Hayır asla… beni bunla dışarı çıkartamazsınız. Anne engel olur musun lütfen!!!” kimse itirazlarımı dinlemeden beni sandalyeye oturttular. Küçükken hep bunlara oturmak istemiştim ama şimdi çok utanç vericiydi. Ayağım kırık olabilirdi, sakat kalmamıştım. Hala yürüyebilirdim. Sandalyeyi iten hemşireye acıdım. Benim dırdırlarıma 2 dakika boyunca katlanmak zorunda kalmıştı. Babamın siyah Chrysler’ine bindiğimde camdan dışarı bağırarak hemşireye teşekkür ettim. Zoraki olarak gülümsedi ama daha sonra gözlerini devirdiğini gördüm. Arkasından dil çıkarıp pencereyi kapattım.

Annem hala arabanın dışındaydı. “Anne gelmiyor musun? Eve gitmek için deliriyorum.” Bıkkın bıkkın nefesini verdi. İşaret parmağıyla beni gösteriyordu. Bende işaret parmağımla kendimi gösterdim. Annem iyice sinirlenmişti. “Sorun yok Rose, ben hallederim.” Bu sesin sahibinin benimle olmaması gerekiyordu. Hızla arkama döndüm. Başım dönmüştü ama görmezden geldim.
“Jo, Aman Tanrım Jo gerçekten sen misin? Buradasın. Ama senin Los Angeles’da olman lazımdı.” Boynuna atladım. O kadar çok özlemiştim ki bırakmak istemiyordum. “Tamam bırak artık beni yoksa sen ölene kadar görüşemeyeceğiz.” “Ups, Pardon.” Kırık olmayan elimi tuttu. “Senin şu beyaz atlı prensin beni aradı. Bende durumu anneme anlattım ve o da akşam elinde biletle eve geldi. Anlayacağın buradayım işte. Sen iyileşene kadar da gitmeye niyetim yok. Ona tekrardan sarıldım. “Belki bizimle yaşamak istersin. Bence harika olur.” “Saçmalama Mel, hadi yapacak çok işimiz var. Seni bu berbat hastane psikolojisinden ve görüntüsünden çıkarmamız lazım.” Çılgın bir Jo planı daha yoldaydı anlaşılan.

“Bu arada, Rob nerde? Neredeyse dünden beri hiç görmedim.” Boğazını temizledi. “Çok uzakta olmasa gerek, değil mi vampircik!” “Hey bana sakın bir daha böyle seslenme!” diye bağırdı arabanın önünden. Koltuğunun yanında başımı uzatınca onunla yüzlerimiz birbirine değdi. Burnumun ucundan öpüp kıkırdadı. “Şimdi izninle seni kaçırıyoruz, değil mi Jo!” Jo’ya baktım. Kafasını şımarık kızlar gibi yukarı kaldırmış , eliyle git işareti yapıyordu.

“Nereye gidiyoruz?” ikisi de kafasını salladı. “İpucu?” yine kafalarını salladırlar. Oflayarak arkama yaslandım. Şehirden uzaklaştığımız belliydi. Evler gitgide azalmış, ağaçlar artmıştı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum en sonunda deniz kenarında durduk. Önce Jo çıktı kapıdan, sonra Rob kapımı açtı. Dışarı çıkmaya çalışıyordum ama beni bebekmişim gibi kucağına aldı. “Yürüyebilirdim?” onaylamaz ifadeyle baktı. “Sence sana yeniden bir şey olsa, baban bana ne yapar?” “Hımm, belki seni öldürür. Ama ona engel olurum, merak etme. Bu yüzden şimdi beni bırakabilirsin.” “Hiç sanmıyorum. Ben oldukça iyiyim. Lütfen bu detaya takılmaz mısın? Burada romantik bir ortam yaratmaya çalışıyorum ve sen her şeyi mahvetmek üzeresin.” Elimle ağzımın fermuarını kapattım, kilitledim ve anahtarı denize doğru fırlattım. “Güzel, işte şimdi oldu.”

Birkaç metre ötede Josephine sıçrayarak bize doğru ellerini salladı. “Aşk böcekleri, burası hazır. Eğer sabaha kadar orada dikilmek istiyorsanız siz bilirsiniz. Ortamın keyfini kendim çıkarırım.” “Bu kız bazen çok sinir bozucu olabiliyor.” Dedi Rob. “Ya tabi, bir de bana sor.” Rob koşarak –ben kucağındayken- Jo’nun yanına gittik. Kumların üzerine beyaz bir örtü serilmişti. İki tane şarap kadehi ve bir tanede sepet vardı. Josephine kıyafetlerini katlayıp kumların üzerine koymuştu. Üzerinde bikinisi ve elinde havlusuyla ayakta dikiliyordu. “Bu plaj fazla boş, ve kalabalık olmayacak gibi görünüyor. Henüz magazin haberi yapan çılgın insanlar bizi keşfetmeden önce biraz güneşlenip denize girsem iyi olur, değil mi Vampi..” Bize doğru çapkın bir bakış attı. “Kes sesini Jo!” diye bağırdık aynı anda. “Siz bilirsiniz. Ben biraz yüzmek istiyorum. Sizde öpüşüp koklaşın. İğrenç.” Giderken kusma sesleri çıkartıyordu.

“Jo’ya ayarlayabileceğimiz bir arkadaşın yok mu? Belki biraz olsun sesini kesebiliriz? Ne dersin, sence olur mu?” Kulağa mantıklı geliyordu. Burada uzun süre kalacağına göre… “Marc!” dedik aynı anda. Sonra Rob’un gözleri parladı. Sanki eline zafer kazanmış gibiydi. Sanırım bu zafer de bendim.

21 Ocak 2010 Perşembe

Bölüm 15



Hava çok sıcaktı. Üzerimdeki incecik elbise bile terlemek için yeterliydi. Rüzgar esiyordu ama sıcaklığı bir türlü hafifletemiyordu. Sonuna küçük bir su sesi duydum. Sesin geldiği yöne doğru koştum. Ne kadar koşsam da bir türlü yaklaşamadım suya. Olduğum yerde döndüm. İleriden dalga sesleri geliyordu. Yavaş yavaş sese doğru yürüdüm. Sonunda uçurumun kenarına geldim. Aşağıda dalgalar kayalara çarpıyordu. Suyun serinliği yukarıya kadar ulaşıyordu. Çok susamıştım. Dayanamadım, nefes almayı bekleyemeden kendimi uçurumdan aşağı bıraktım. Su beklediğimden daha serindi. Kayalara doğru sürükleniyordum ama çarpmamak için çırpınmaya başladım. Bu sırada başım sızladı. Bir anda olan her şeyi hatırladım. Tiyatroyu, sahneyi, ışıkları ve düştüğümü… acaba annem olanları öğrenmiş miydi? Rob, peki o biliyor muydu? Eminim endişelenmiştir. Bu sırada ciğerlerime buz gibi su doldu. Son kez nefes almak için kendimi zorladım.

“Mel. Hemşireyi çağır hemen. Galiba uyanıyor. Buradayım hayatım merak etme yanındayım.” Biri elimi sıktı. Sesleri duyuyordum ama sanki sesler kilometrelerce öteden yankılanarak geliyordu. Başımda ki sancı kendini fark ettirmeye başladı. Gözlerimi yavaşça açtım. Beyaz duvarlar ve ritmik olarak gelen ses bana hastanede olduğumu anımsattı. Önce elime baktım. Üzerinden hortumlar geçen elimi o tanıdık el tutuyordu. Rüya görme ihtimalim ne kadardı? Gözlerimin açıldığı ölçüde yukarıya, elin sahibine doğru baktım. Robert yanımda otuyordu. Elleriyle ellerimi tutmuş beni süzüyordu. “Selam.” Dedim. Sesim çektiğim acıyı ele verecek şekilde titremişti. “Ah tatlım. Çok endişelendim.” “Sen… senin nasıl haberin oldu. İki hafta sonra gelec…” cümlemi bitiremedim çünkü konuştukça kemiklerim acıyordu. Gözleri şefkatle parıldadı. “Seni aradım. İki haftadan da önce gelebilme ihtimalim olduğunu söyleyecektim. Ama telefonu senin arkadaşın, Marc, açtı. Senin düştüğünü, hastaneye kaldırıldığını söyleyince ilk uçakla geldim. Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirsin. Hem bir aileye bir oyuncu yeter.” Elimi yanağına götürdü.

Marc, Marc’ı tamamen unutmuştum. “O nerde? Çok endişelenmiştir.” Tek kaşını kaldırıp suratıma baktı. “Marc’tan bahsediyorum.” Sıkıntıyla gözlerini devirdi. Bu haliyle çok komik görünüyordu. Gülmeye çalıştım ama canım acıyınca sustum. “Burada, dışarıda. Benden pek hoşlandığı söylenemez. Ve sana da aramızda olanları anlatmadığın için kızgın gibi görünüyor. Neyse onu boşver şimdi.” Eğilip yanağımdan öptü. Doğrulurken kolundan tuttum. Acıyı görmezden geldim. “yanıma yat. Lütfen.” Zorlayarak yatakta kenara kaydım. O da yanıma uzandı. “Seni özlemişim. Eğer bu kadar sık görüşeceksek kendimi bir yerlerden atabilirim.” Kıkırdadım. “Bunu yapmana gerek yok. İstediğin zaman yanına gelebilirim.” Başımı başına yasladım.

“Hasar durumu nedir?” cevap gelmeyince daha açık sormaya karar verdim. “Kaç tane kırık var demek istedim.” “Hımmm, sol bacağın, sol kolun ayrıca iki tane de kaburgan kırılmış. Tabi başında da zedelenme var.” “Çok iç açıcıydı. Teşekkür ederim.” Peşinden sessizlik oldu. İkimizde konuşmadık. Acının bir önemi yoktu çünkü beraberdik. Kapı tıkladı. “Rob?” annem içeri girdi. “Bebeğim, uyandın demek. Çok endişelendim. İyi misin, ağrın var mı?” “İyiyim, ağrım yok anne. Sadece birazcık daha uykum var.” Rob ve annem güldü. “Uykun mu var? Zaten 2 gündür uyuyorsun hayatım. Neyse ben sizi yalnız bırakıyorum. Birazdan baban da gelir.” Dedi bir şey ima etmeye çalışarak. Rob eliyle selam verdi.

Bu sırada sesimizi duymuş olmalı ki Marc içeri girdi. Gözleri Robert’ın üzerinde rahatsızca gezindi. Daha sonra onu görmezden gelerek yatağın yanındaki koltuğa oturdu. “Yeniden uyandığına sevindim. Tiyatrodakiler bile geldiler. Ama seni uyutmaya devam ettiklerinden annen beklememelerini söyledi.” Uzanıp boştaki elimi tuttu. Rahatsız olmuştum ama tepki vermedim. Robert’ın benim yerime konuşmasını bekledim. Sanki aklımdan geçeni anlamış gibi kalkıp Marc’ın yanına gitti. “Marc, hadi inip Mel’in babasını çağıralım.” “Sen git. Yalnız kalmasa iyi olur.” “Ben yalnız kalabilecek kadar iyiyim. Hadi gidin.” Kapıyı gösterdim. Homurdanarak kalktı. “Birazdan görüşürüz.” Rob kapıdan çıkarken öpücük gönderdi. Başımı çevirdim.

Biraz sessizlik iyi gelmişti. Doğrulup vücuduma baktım. Bacağım ve kolum alçıdaydı. Kaburgalarımdaki ağrı görmezden gelinebilirdi. Arkama yaslanıp babamı beklemeye başladım. Derken kapı çaldı. “Prenses!” babam kollarında kocaman bir ayıyla odaya girdi. “Hadi ama baba. Şaka yaptığını söyle!” “Niyeymiş o? Hala küçük bir çocuksun. Ve küçük çocuklar hastalandıklarında hediyeyi hak ederler.” “Ver şunu.” Babam ayıyı yatağa oturttu. Şirin bir suratı vardı. Serumların takılı olduğu kolumu ayıya dolayıp sarıldım. “Bana büyüdüğünü söyleyene bak!” dedi babam. Güldüm.

Babamın rahatsız oturuşundan ve hareketlerinden uzun uzadıya konuşmaya başlayacağını anladım. Sonunda söze başladı. “Bak Melanie, başına bir uçak tuvaleti düşse bile umurumda değil. Bundan sonra her türlü tehlikeden ve maceradan uzak duracaksın. Bir ay boyunca bu alçılarla dolaşmak senin de hoşuna gitmeyeceğini biliyorum.” “Bir ay mı? O kadar kötü mü baba?” “Bunu düşmeden düşünmeliydin.” Saatine baktı. “Her neyse, şimdi gidiyorum. Yarın görüşürüz.” “Görüşürüz baba.”

Babam kapıyı açtığında Rob kapının önünde bekliyordu. Birbirlerine resmice selam verdiler. Babam erkek arkadaş kabul etme konusunda çok evrimselleşmiş sayılmazdı. Eski kafalı olduğu da söylenebilirdi. Önce bu evi almak, daha sonra erkek arkadaşıma selam vermek… onun için oldukça büyük bir adımdı bence. İnsanlar değişebilir değil mi?

“Senin şu arkadaşından pek hoşlanmadım Mel. Sana bakışları bir garipti.” Söylene söylene yanıma oturdu. “Yapma Rob. O benden küçük! Ayrıca seninle beraber olduğumuzu öğrendiğine göre böyle bir şey olmayacağını bilir değil mi?” “Haklısın. Ama yine de kıskandım.” Beş yaşındaki çocuklar gibi dil çıkardım. Parmaklarıyla dudaklarımı sıktı. Telefonu çalmaya başladı. “Of! Ben… birkaç dakika içinde geliyorum.” Arayanı merak etmiştim ama sormadım. Karşımdaki duvardaki saate baktım. 17:42. Bekledim 17:49. Bekledim 17:56 Rob hala gelmedi. Kıskanıyor muydum? Arayan Kristen olabilir miydi? Yaralanmamla onun işlerinde problem yaratmış olabilir miydim? Düşündükçe ağrılarım arttı. Yeni ilaç almak istemiyordum bu yüzden kendimi uyumaya zorladım.

Bölüm 14

Yaklaşık 1.80 boylarında sarışın kahverengi gözlü bir çocuk duruyordu arkamda. Oturduğum yerden kalkıp uzattığı elini tutup selamlaştık. “Merhaba.” “Ben Marc. Dün gece taşındığını gördüm. Gelip tanışmak iyi olur diye düşündüm.” “Melanie bende. Memnum oldum. Evet sanırım burada bir arkadaş hiç de fena olmaz.” İkimizde güldük. Bu çocuğa şimdiden kanım ısınmıştı. Aslında yakışıklı denebilecek bir yüzü vardı. Yüz hatları belirgindi. Güldüğü zaman da gözleri çok güzel görünüyordu. Eğer Jo olsaydı mutlaka ağzının suyu akarak bakardı çocuğa. Belki bir resmini çekip gönderirdim yada Jo geldiğinde –gelecekti çünkü bana söz verdi- onların arasını yapabilirdim.

“Sana etrafı dolaştırmamı ister misin? Burası oldukça geniş bir bölge ve tüm evler birbirinin aynısı. Bazen ben bile yanlış eve gidebiliyorum.” “Tabi olur.” Yürümeye başladık. Marc etraftaki sokakları, cafeleri, marketleri ve sinemaları gösteriyordu. Bense Rob’u düşünüyordum. Burası onun çocukluğun geçtiği yerdi ve ben yanımda Marc yerine onun olmasını tercih ederdim. “Sence de harika değil mi Mel, umarım sana Mel dememde bir sakınca yoktur.” Onu dinlemiyordum ki, ne cevap verecektim şimdi? “Üzgünüm dalmışım. Tabi ki Mel diyebilirsin. En son ne demiştin?” “Robert Pattinson diyorum. Hani şu herkesin peşinden koştuğu seksi vampir! Ah sakın bana bilmiyorum deme.” Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Ah Robert Pattinson. Birkaç kere Los Angeles’da görmüştüm. Evet hoş biri.”

Yalan söylediğim anlaşılmasın diye etrafa bakmaya başladım. O bana soru sormaktan vazgeçince bende onu dinlemekten vazgeçtim. “Kaç yaşındasın?” diye sordu bir ara. “19” otomatik olarak cevabımı verdim. “Ya sen?” “18’im gelecek ay bitiyor. Harika bir parti vereceğim. Mutlaka gelmelisin.” Tabi en çok istediğim şey bir partiye katılmaktı.(!) “Tabi orada olacağıma emin olabilirsin.” Yürümeye devam ettik.

Yağmur çiselemeye başladığında bizde eve dönüyorduk. “Ah hadi ama! Neden yağmak zorunda ki?” Marc anlamsız gözlerle bana baktı. “Yağmuru sevmiyor musun? Üzgünüm tatlım ama buna alışmak zorundasın. Burası Londra.” Sıkıntıyla gözlerimi devirdim. “Bu lafı daha ne kadar duymak zorundayım.” Diye mırıldandım kendi kendime.

Eve gelene kadar sırılsıklam olmuştum. “Ben tam şu evde oturuyorum.” Eliyle karşı sıradaki 3. evi gösterdi. “İstediğin zaman gelebilirsin.” Başımı tamam anlamında salladım. “Sanırım sen evimin nerede olduğunu biliyorsun.” Eliyle tamam işareti yapıp kendi evin doğru koştu. Eve girdim.

“Nereye kayboldun Mel? Cep telefonunu yanına almamışsın. Birkaç kere çaldı ama bakmadım.” Lanet olsun. Koşarak odama çıktım. Rob iki kez aramıştı. Ben onu arayacakken telefonum tekrar çalmaya başladı. Çalar çalmaz yanıtladım. “Mel?” “Ah, Rob üzgünüm. Telefonumu yanıma almayı unutmuşum.” “Önemli değil tatlım sadece biraz endişelendim. Bu arada iki hafta sonra geliyorum.” “Gerçekten mi? Yani sen gerçekten geliyor musun? Tanrım bu duyduğum en harika haber.” “Sevinmene sevindim. Bu kadar sevineceğini bilseydim daha önceden haber verirdim.” Annem bana seslendi. “Üzgünüm, şimdi kapatmalıyım. Anneme yardım etmem lazım. Seni seviyorum.” “Bende seni seviyorum.” Koşarak aşağıya indim.

“Evet geldim ne istiyorsun?” Camdan dışarı bakarak “Dışarıda seni biri bekliyor.” Dedi. Bakışlarında soru soran bir ifade vardı. Camdan baktım. Marc dışarıda duruyordu. “Ah, O mu… Biraz önce tanıştık. Oldukça şirin biri. Benden sadece birkaç ay küçük.” Evlerini gösterdim. “Orada oturuyor. Belki bir ara onları ziyaret edebiliriz.” “Tabi tatlım sen nasıl istersen. Hadi şimdi onu bekletme. Acelesi var gibi görünüyor.”

Kapıyı açtım. “Hey Marc, bu kadar çabuk görüşmeyi beklemiyordum. İstediği hediyeyi almış çocuk gibi gülümsüyordu. Elindeki sarı kağıtlardan birini bana uzattı. Kağıdı alıp üzerindeki yazıyı okudum. “Londra Tiyatro Akademisi. Son başvuru tarihi: 18 Haziran.” Yani iki gün sonra. “Bunu neden bana getirdin ki?” gözlerini devirdi. “Düşündüm de ikimizin de yapacak hiçbir şeyi yok. Denemekten bir zarar gelmez. Hem kabul edilirsek çok eğlenceli olur.” “Tamam sen kazındın. Seçmelere ne zaman gidiyoruz?” Elleriyle yolu gösterdi. “Şimdi? Tabi sana uygunsa.” “Tabi. Anneeee!!!” koşarak mutfak camına gittim. “Ben tiyatro için seçmelere gidiyorum. Seni ararım.” Eliyle git işareti yaptı.

Koşarak Marc’ın yanına döndüm. Koluna girdim. Hızlı adımlarla yürümeye başladık. “Benim hiç deneyimim yok. Ne yapacağız?” omuzlarını silkti. “ Belki doğal yeteneğimiz vardır. Orada çok komik görüneceğiz. Herkes elindeki yazıları okurken biz umursamayacağız. Belki de bizi kovarlar.” “Belki de…” dedim. İkimizde güldük.

“İşte geldik.” Dedi. Kocaman görkemli bir binanın önünde durduk. Binanın duvarlarında altın sarısı işlemeler vardı. Beyaz taş merdivenlerin üzerinde kırmızı halı vardı. “Bayanlar önden.” Dedi Marc. Bende ünlü bir oyuncu gibi saçlarımı savurup elbisemin eteklerini tutuyormuş gibi yaparak merdivenlerden çıktım. “Sende yetenek var. Bunu görebiliyorum. Oyuncu olmak için yaratılmışsın.” Gülerek omzuna vurdum. “Hadi ama geç kalacağız. Ben bu işten vazgeçmeden gelsen iyi olur.” Kapıdan girdik. İçeride onlarca oyun afişi vardı. Binanın içi o kadar güzeldi ki ağzım açık kalmıştı.

“Nasıl yardımcı olabilirim?” Beyaz saçlı bir kadın bize doğru yaklaşıyordu. Elimdeki ilanlardan birini ona uzattım. “Biz bunun için gelmiştik. Denemelere katılmak istiyoruz.” “Tam zamanında hayatım. Son adaylar da çıkmak üzere.” Bu sırada kapıdan bizim yaşlarımızda 7 kişi çıktı. “Siz girin.” Dedi bizi kapıya yönlendirerek.

Kapıdan girdiğimizde spot ışıkları yüzünden gözlerim kamaştı. Jüri üyesi olduğunu düşündüğüm kişilerden biri sahnenin önüne geldi ve bize birer metin verdi. “Buyurun lütfen, sizi izliyoruz. Heyecanlanmanıza gerek yok.” Zoraki bir gülümsemeyle kağıtları aldım. Birini Marc’a verdim. Ve rollerimizi oynamaya başladık. Metin çok kolay ve eğlenceliydi. Kendimizi kaptırmıştık. “Bu kadar yeterli. Doğru söylemek gerekirse harikaydınız. Düşünmeye gerek yok. Cuma günü saat beşte ilk çalışmalarımız başlıyor. Geç kalmamaya çalışın.” Marc’la birbirimize sarıldık.

Elimdeki metini jüriye vermek için sahnenin kenarına yaklaştım. Aynı anda ayağım burkuldu ve spot ışıkları yüzünden başım döndü. Ben dengemi toplayamadan sahneden aşağı düştüm. Etraf yavaş yavaş karardı. Bayıldığımı sandım ama etraftaki sesleri ve başımdaki sıcaklığı hissedebiliyordum. “Melanie, Tanrım birisi yardım etsin.” Diye bağırdı Marc. Ben iyiyim demeye çalıştım ama uyku şu an daha tatlıydı.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Bölüm 13

“Melanie!” dedi annem ve babam aynı anda. Üzerime dökülen sıcak kahvenin acısıyla ve duyduklarımın şokuyla çırpınıyordum. “İyiyim,iyiyim. Başım döndü biraz. Uçaktan olsa gerek. Etrafı batırdım.” Clare oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Bana yardım etmeye başladı. Beraber etraftaki bardak kırıklarını topladık. Annem, babam ve Richard politika gibi sıkıcı konulardan bahsediyorlardı. Clare’nin de sıkıldığını anladım.

Temizleme işi bittiğinde “İyisin değil mi hayatım?” diye sordu Clare. “İyiyim Bayan Clare. Teşekkür ederim.” “Ah lütfen, bana sadece Clare demen yeterli. Seninle çok iyi dost olacağımızı hissediyorum.” Samimi bir şekilde gülümsedim bende. Onun da bu oyundan haberi var mıydı acaba merak ettim. Acaba benim oğullarının sevgilisi olduğumu biliyorlar mıydı? Tam olarak emin olamadım çünkü bana anlayabilmem için hiçbir sinyal göndermediler. Ne Clare bana dik dik baktı, ne de benimle o konu hakkında konuşmak istedi. Tüm gece boyunca arkadaşlarımdan, hoşlandığım filmlerden, müziklerden, giyim tarzından bahsettik. Aramızda yaş farkının çok olmasına rağmen sanki aynı yaşta gibiydik. Zevklerimiz neredeyse aynıydı. Mükemmel bir espri anlayışı vardı ve beni neredeyse gülmekten ağlatacaktı. Bu kadar harika bir kadının bu kadar harika bir oğlu olmasına şaşırmadım demek doğru olurdu heralde.

Akşam yeni komşularımız gittikten sonra sıra annem ve babama hesap sormaya gelmişti. “Siz ikiniz hemen buraya gelin!” önce ne cevap verdiler ne de yanıma geldiler. Bu kadar kolay vazgeçecek değildim. Babam benim Rob ile olan ilişkimi ne zaman öğrenmişti de bu evi ayarlamıştı? İlk defa adını ve ünvanını kullandığını düşündüm. “Anne, baba size sesleniyorum. Bana bir açıklama yapmak zorundasınız!” El ele tutuşarak geldiler yanıma. Böyleyken liseli gençler gibi görünüyordu ikisi de. Koltuğa oturup beni süzmeye başladılar. Ben de sanki sorgu yapan bir polis memuru gibi bir sağa bir sola gidip geliyordum. “Evet, anlatın bakalım. Bu ev kimin fikriydi?” Annem utanarak elini kaldırdı. “Tahmin etmiştim. Peki sen ne zamandır biliyorsun bizim ilişkimizi? Tanrım o an ne kadar utandığım hakkında bir bilgin var mı senin? Ya Clare benden hoşlanmasaydı? Ya benim paranoyak bir aşık olduğumu düşünseydi o zaman ne olurdu?” “Ah biraz rahatla hayatım. Bence her şeyi abartıyorsun. Babanla toplantılara geldiğimiz zaman senin ona ilgin olabileceğini tahmin etmiştim. Daha sonraları bu tahminimin doğru olabileceğini düşündüm. Bu sırada baban internette bu evin ilanını görmüş. Evi incelemek için geldiğinde komşularla tanışmış ve onların seninkinin anne babası olduğunu öğrenmiş. Gerisini tahmin edebilirsin. Baban beni aradı ve bende bunun senin için mükemmel olacağını düşündüm.” Babam gururlu gururlu gülümsüyordu. “Hala bize kızgın mısın tatlım?” diye sordu otoriter ses tonuyla. “Hayır değilim. Ve sanırım size teşekkür de etmem gerekiyor.” İkisi de umursamaz bir ifadeyle omuzlarını salladılar. Kıkırdadım. “Bu gecelik bu kadar yeter. Ne dersiniz, artık yatalım mı?” birbirlerini sevmekle çok meşgul oldukları için bana cevap vermediler. Bende gözlerimi devirip odama çıktım.

Odam aynen Los Angeles’daki odam gibi dekore edilmişti. Yatağım pencerenin yanındaydı, karşısında da benim için ideal boyutlarda bir televizyon ve DVD oynatıcı vardı. Televizyonun altındaki rafa Los Angeles’dan getirilen DVD’ler yerleştirilmişti. Bilgisayarım hemen çaprazda masanın üzerinde duruyordu. Tüm eşyalarım açık mavi odayla uyum içindeydi. Beyaz tüllerin asılı olduğu pencereye doğru ilerledim. Tülleri kaldırıp karşı eve baktım. Perdeleri kapalı bir oda vardı. Gözlerimi kapatıp o odanın Rob’un olmasını diledim. Kendimi yatağa bıraktım.

Uyumadan önce Rob’un sesini duymak iyi gelebilirdi bana. Acaba onun da haberi var mıydı bu küçük oyundan? Telefonumu çıkarıp mesajlar bölümüne girip numarasını tuşladım. “Hey, bu kadar çabuk unutulacağımı sanmıyordum!” Sanki telefonun başında bekliyormuş gibi anında cevap geldi. “Tabi ki de unutmadım. Anlat bakalım neler yapıyorsun? Ev nasıl?” haberi yok gibiydi. Biraz dalga geçsem bir şey olmazdı herhalde. “Ev çok şirin ve yeni komşularımızla tanıştım. Çok tatlı bir çift. Ayrıca benden iki yaş büyük bir oğulları varmış. Babam oğlunun çok yakışıklı olduğunu anlatıp durdu tüm gece…” Cevabını merak ettim. İlki kadar çabuk cevap gelmedi. Acaba onu üzdüm mü derken cevap geldi. “Hımm, senin için sevindim. Orada yalnız çekmezsin. Tabi ki benden vazgeçmek istersen seni anlarım.” Ne saçmalıyordu bu şimdi. “Hikayenin tamamını duymadın daha. Çiftin adları Clare v e Richard. İkisi de oldukça özel insanlar. Özellikle Clare, onu o kadar çok sevdim ki. Tüm akşamı sohbet ederek ve gülerek geçirdik.” Bakalım buna ne cevap verecekti.

Uzun süre bekledim cevap gelmedi. Uyumaya hazırlanırken telefon çaldı. Bu kez mesaj atmamıştı ama arıyordu. “Melanie, bana hikayeyi baştan anlatmak ister misin?” “Merhaba Rob, çok iyiyim evet biliyorum bende seni çok özledim ve evet seni çok seviyorum. Sorduğun için teşekkür ederim.” Dedim imalı olarak. “Özür dilerim tatlım. Ama şu an çok şaşkınım. Sen Clare ve Richard dedin ve bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?” bıkkın bir nefes verdim. “Evet çok iyi biliyorum. Bütün akşamı senin ailenle beraber geçirdim. Ve sanırım şu anda penceremden baktığımda senin odanı görüyorum. Annem bizim aramızdaki ilişkiyi öğrenip babama söylemiş o da internette bu evi görmüş. Daha sonra evi incelerken sizinkilerle tanışmış. Anneme haber vermiş. Annemde benim için harika olacağını düşünmüş. İşte hikayenin kısa özeti bu.” Rahatsız edici bir sessizlik oldu. “Vay, demek Londra’da bile beraberiz. En yakın zamanda gelmeye çalışacağım emin ol. Bu arada saat farkına alışmam gerekiyor. Şu an uyuyor olman lazım senin. Kendini yorma ve kalbime iyi bak. Seni seviyorum prenses.” Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. “Bende seni seviyorum Rob. İyi geceler yada günaydın. Her neyse. Seni seviyorum.” Telefonu kapattım.
Artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirdim. Bu gece kabus görmeyecektim çünkü mutluydum. Ondan uzakta olsam bile sanki ruhu benimleydi. Onu yanımda hissedebiliyordum. Varlığını hayal etmek çok kolaydı. Gözümü kapattığımda onu yüzünü görüyordum. Ve o varken, benim dünyamda kabuslara yer yoktu. Müthiş bir huzurla uykuya daldım.
* * *

Sabah uyandığımda hava bulutluydu. Gökyüzü griydi ve hava oldukça soğuk görünüyordu. Camdan bakıp homurdandım. “Hayatım demek uyandın.” Annem gelip perdelerimi sonuna kadar açtı. “Buna alışsan iyi olur. Burada güneş pek kendini göstermez. Alışmaya çalış.” Göz kırpıp odadan çıktı. Dolabın karşısına geçtim. Gri uzun kollu tişörtümün üzerine mavi hırkamı ve kot pantolonumu giydim ve kahvaltı için aşağı indim.

Annem ve babam çoktan kahvaltılarını yapmışlardı. Benim için masanın üzerine bıraktıkları sandviçi alıp bahçeye çıktım. Elimle çimenlere dokundum. Islak sayılmazlardı. Bende kendimi çimenlere bıraktım. Hem etrafa bakıyor hem de kahvaltı yapıyordum. Çimende ayak sesleri duyunca arkama döndüm. “Selam.” Dedi. Elini bana uzatmış bekliyordu.

17 Ocak 2010 Pazar

Bölüm 12

Uyandığımda saat 3 olmak üzereydi ve bu hala havada olduğumuz anlamına geliyordu. Kulaklıkları kulağımdan çıkarıp iPod’u kapattım. Basınçtan ve yüksek sesli müzikten kulaklarım iyice ağrımıştı. Anneme baktım, uyuyordu. Ona değmeden kemerimi çözüp tuvalete gittim. Korkunç göründüğüm kesindi. Neden hostesin bana afallamış olarak baktığını şimdi anlıyordum. Soğuk suyun iyi gelmesini dileyerek yüzümü yıkadım.


Biraz sonra tuvaletten çıkıp yerime döndüm. Camdan dışarıyı izlemeye başladım. Aslında tam olarak bulutların üzerinde olduğumuz söylenemezdi. Hatta etrafımız bulutlarla kaplıydı ve bu bulutlar o şirin bulutlardan değildi. Uykudan tam olarak uyandığımda fırtınanın ortasında olduğumuzu fark ettim. Zaten yükseklik korkum olması yeterince berbat değilmiş gibi bir de fırtına vardı. Korkumdan kemerimi sıkı sıkıya bağladım.


Aradan 10 dakika geçmeden fırtına yüzünden acil iniş yapmak zorunda olduğumuz anons edildi. Korkuyla annemi sarsarak uyandırdım. Anlamamış gözlerle bana baktığında durumu açıkladım. Kendi kendine söyleniyordu. Duymazdan geldim. Daha şimdiden klostrofobimi hissedebiliyordum. Tam da zamanıydı. Gözlerimi kapatıp derin derin nefes aldım.


Uçak iyice alçaldığında rahatlamıştım bende. Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde rahatlamam iyice yayıldı vücuduma. Artık bu kapalı kutudan çıkmak istiyordum. Ayrıca çok da acıkmıştım. Üzülmek beni yoruyordu… acaba Rob’u aramalı mıydım? Niye saçmalıyordum ki. Tabi ki arayacaktım. O benim sevgilimdi. Gereksiz ağlamalarımla iyice üzmüştüm onu. Sanırım oldukça pişmandım.


Uçağın kapıları açıldığında annemi de peşimden sürükleyerek çıktım uçaktan. Annemi karşıma çıkan ilk restoranda bıraktıktan sonra tuvalete gittim. Saçlarımı dağınık olarak topladıktan sonra çantamın içinde telefonumu aramaya başladım. Gerekli gereksiz her şey vardı ama telefonum yoktu. Sonunda beynim olaya el koydu ve telefonumun cebimde olduğunu söyledi. Avucumun içiyle alnıma vurdum. “Ne kadar dalgınım.” Diye söylendim. Bu sırada tuvaleti temizleyen kadın bana ters ters baktı. Küçük bir selam verdikten sonra telefonumu açtım. Rehberden numarasını aradım. Rob, Rob, Rob… ah işte burada. Birkaç kez çaldıktan sonra telefonu açtı. “Mel, iyi misin? Bu kadar çabuk ulaşmamanız gerekiyordu? Bir şey mi oldu yoksa? Mel cevap ver.” Eğer susarsa tabi ki de cevap verecektim. “Rob, sakin olur musun lütfen. Ben iyiyim. Sadece fırtına yüzünden uçak Amsterdam’a inmek zorunda kaldı. Sanırım geceyi burada geçireceğiz.” Derin bir nefes verdiğini duydum. “Ben sadece endişelendim özür dilerim. Seni çok özledim.” “Biliyorum Rob, bende seni çok özledim. Şimdi kapatmalıyım. Biraz yemek yemem lazım.” “Tabi aşkım. Yeni hayatının keyfini çıkar. Her yarım saatte seni arayacağımı unutma. Seni seviyorum.” “Deli.” Telefonu kapattım.


Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Annemin yanına gittiğimde yüzüm gülüyordu. Beni mutlu görmek onu da mutlu etmiş olsa gerek yüzüne muazzam bir gülümseme oturttu. “Deli gibi açım. Ne sipariş ettin?” “Benim için salata, senin için de kocaman bir hamburger!” sevinçle ellerimi çırptım. Kendimi yeniden beş yaşında gibi hissediyordum.


Siparişlerimiz geldiğinde ikimizde konuşmadan yemeklerimizi yedik. Çok aç olmalıydım ki o kocaman hamburgeri hiç durmadan beş dakika içinde bitirmiştim. Arkama yaslandım. “Bu çok iyi geldi anne. Teşekkür ederim.” Annem yüzünde gereksiz derecede geniş bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Uçak yolculukları onu her zaman etkilemiştir. Bu gülümsemesinin sebebini yorgun olmasına bağladım ve geçiştirdim. Annem de yemeğini bitirdikten sonra hesabı ödeyip kalktık. Alışveriş yapmak istediğini söyledi. Ona eşlik edecek enerjim yoktu ama yapacak bir şey de yoktu. Uykumu da yeterince almıştım. Peşine takıldım.


Birlikte her mağazaya girip bir şeyler denedik. Liseli kızlar gibi gülüyorduk. Onunla uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Kol kola çıktık mağazadan. Annem benden daha çılgındı. Hatta ben onun annesi gibi görünüyor bile olabilirdim. Her girdiği mağazada her şeyi almak istiyordu. Babamın kredi kartı ekstrelerini görünce kalp krizi geçirmemesi için dizginlemeye çalıştım. “Anne yeter artık.”


Aynı sıralarda hava şartlarının düzeldiğini, uçakların yeniden kalkışa hazırlandıkları anons edildi. Neredeyse tüm havaalanıyla birlikte uçağa bindik. Yarım saat kadar sonra tekrar havadaydık. Uyumaya çalıştım ama uykum yoktu. Kulaklarım ağrıdığı için müzik dinlemek de istemiyordum. Evden çıkarken yanıma kitabımı almış olmalıydım. Çantama baktım yoktu. Annem sormam en iyisiydi. “Anne, kitabımı sen mi aldın?” “Hayır. Arabada koltuğa koymuştun en son. Yoksa bulamıyor musun?” “Neyse, önemli değil.” Kitabım da kayıp olduğu için gözlerimi kapatıp hayal kurmaya başladım.


Bugün kendimi çocuk gibi hissettiğimden çocukça hayaller kurmaya başladım. Ev, evlilik, aşk. Daha sonra hayallerim kabusa dönüştü. Bir şeyi arıyordum ama ne aradığımı bilmiyordum. Düşünmeye zorluyordum kendimi ama zorladıkça etraf kararıyordu. En sonunda zifiri karanlığın ortasından kaldım. Bağırmaya çalıştım ama kimse beni duymuyordu. Arkamda birinin varlığını hissettim. Sıcaklığını ve nefes alışını duyabiliyordum. Aniden arkama döndüm ama kimse yoktu. Karanlıkta etrafıma bakındım. İleride bir gölge gördüm. Ona doğru yavaş yavaş yürüdüm. Yanına geldiğimde bakındım ama hiçbir şey yoktu. Aniden biri kolumdan tuttu.


Koltuğumdan adeta sıçradım. Kolumdan tutan annemdi. Hayal kurarken uyuyakalmış olmalıydım. Tüm kıyafetlerim ve saçlarım sırılsıklam olmuştu. Buz gibi terlemiştim. “Hayatım sanırım kabus görüyordun. Bir şey yok. Her şey geçti.” Kendime gelene kadar sessizce oturdum. Uçak inişe geçmişti. Kemerlerimizi bağlamamızı anons ettiler. Annem bu yeni hayat için benden
daha çok heyecanlıydı.


Uçağın kapıları açıldığında beni sürükleyen bu kez annem olmuştu. Hemen bavullarımızı aldık. Gelen yolcu bölümünde babam bizi bekliyordu. Annemle birbirlerine sıkıca sarıldılar. Beni de burada bekleyen biri olsaydı keşke. Babam annemden ayrıldığında bana da sarıldı. Dikkatimi ona vermemiştim. Kendi dünyamdaydım ama babam benim onu dinlediğimi sanarak heyecanla yeni evimizi anlatıyordu. Bir ara annemle birbirlerine bakıp göz kırptılar. Bu küçük ayrıntıyı yakalamıştım işte. “Hey anlatın bakalım. Burada neler dönüyor?” annemin yüzünde yine aynı gereksiz mutlu ifade vardı. Gözlerimi devirdim ve arkalarından yürümeye devam ettim.


Annem ve babam yol boyunca bir bana bir birbirlerine bakıp güldüler. Bir ara annem “Bu çok hoşuna gidecek” gibi bir şey mırıldandı. İyice canım sıkılmıştı artık. Bir şeyler vardı ve benden gizliyorlardı. En yakın zamanda bunu öğrenmeliydim.


Yarım saatten fazla süren bir yolculuktan sonra eve varmıştık. Gerçekten de anlattıkları kadar güzeldi. Yeşil bir bahçesi vardı ve 2 katlıydı. Dışarıdan oldukça şirin görünüyordu. Babam heyecanla gidip önden kapıyı açtı. Eve tüm eşyalar yerleştirilmişti. Duvarlar şarap rengindeydi ve mobilyalarla oldukça uyumluydu. Babam ahşap merdivenleri göstererek “Yukarıdaki büyük odayı senin için hazırlattım. Kendi banyosu ve geniş bir dolabı var. Ayrıca merdiven altındaki bölmeyi de küçük bir kütüphane haline getirdim.” Vay. Babamın bu kadar yaratıcı ve düşünceli olduğu aklıma gelmezdi hiç.


Babam bize evi gezdirirken kapı çalındı. “Sanırım komşularımız geldi. Mel lütfen kapıya bakar mısın?” cevap vermeden merdivenlerden inip kapıyı açtım. Sevimli bir çift karşımda duruyordu. “Merhaba tatlım. Sen yeni komşumuz olmalısın.” Erkek olan elini uzattı. “Ben Richard, bu da eşim Clare.” En şirin gülümsememle karşılık verdim onlara. Çok tatlı bir çifttiler. “Merhaba bende Melanie. Sizinle tanıştığıma memnun oldum.” “Richard, Clare hoş geldiniz. Sanırım kızımla tanıştınız. İçeri girin lütfen.” Babam onlarla daha önce tanışmış olmalıydı. Çift içeri girdi. Annemle sıkı bir tanışmadan sonra kahve hazırlamak için mutfağa gittim. Bu sırada salonda koyu bir muhabbet vardı.


Kahveleri tepsiye yerleştirdim. Mutfağın kapısından çıkarken dondum. Daha sonra kahve bardakları düştü elimden. Demek bu gülümsemelerin hepsinin nedeni buydu. Richard konuştu. “Demek Los Angeles’da oğlumla aynı apartmandaydınız. Onu görmeyeli uzun zaman oldu.”

16 Ocak 2010 Cumartesi

Bölüm 11

Evin bu hali beni korkutmuştu. İçeride hiç eşya kalmamıştı. Salonun ortasında bizim uyumamız için küçük bir köşe yapmıştı annem. Kapıyı kapatınca yattığı yerden doğruldu. “ Sonunda gelebildiğine sevindim. Saat tam olarak 01:17. Yarın sabah beş buçukta uyanmak zorundayız. Bu kadar saat ne yaptığını daha sonra konuşabiliriz. Şimdi uyu!” Ayaklarımı sürüyerek kendi köşeme gittim ve yattım. Bu gece hangi duygunun baskın olması gerektiğini bilmiyordum. Mutlu mu olmalıydım yoksa üzülmeli miydim? Ona inanmak istiyordum. Bana beni bırakmayacağına dahil söz vermişti.


Gözlerimi sımsıkı yummama rağmen hala uyuyamamıştım. O sırada telefonum titredi. Kayıtlı olmayan bir numaradan mesaj gelmişti. Rob olmasını diledim ve mesajı açtım. “Odana gelir misin?” gülümsedim. Odama gitmeden önce annemin uyuyup uyumadığını kontrol ettim. Boğuk boğuk nefes alıyordu. Hemen odama koştum. Işığının yandığını görünce sevindim. Ama neden bu saatte beni çağırmıştı ki? Yoksa az önce olanların şaka olduğunu falan mı söyleyecekti. Mesaja cevap yazdım “Ne oldu? Önemli bir şey mi var?” Telefonu elinde pencerenin karşısına yerleşti. Sırtını duvara yaslanmış öylece duruyordu. Yarım dakika içinde cevap geldi. “Seni görmek istedim. Uyandırdıysam özür dilerim.” Korkularım yersiz çıktığı için sevindim. “Hayır uyumuyordum. Daha doğrusu uyuyamıyordum…” “Sorun ne? Yanına gelmemi ister misin?” odamdan çıkıp salona geçtim. Kıyafetlerimin üzerinden anahtarlarımı aldım. Saat 2’de pijamalarımda evden çıkıyordum. Bu hiç mantıklı değildi. Ama bu akşam yaptığım hiçbir şeyi mantıklı olarak yapmamıştım.

Kapıyı arkamdan sessizce kapattığımda karşımda duruyordu. Benim pembe gri sümsük pijamalarımla onun gri eşofmanı ve siyah tişörtünü karşılaştırınca kendimi kötü hissettim. “Sigara içmem lazım. Biliyorsun bugün sınırlarımı zorladım.” Dedi gülerek. “Böyle mi?” dedim. “Tabi ki. Sen bu halinle bile herkesten güzelsin. Ayrıca moda haftasına katılmıyoruz.” Kolunu omzuma dolayıp yavaşça indik merdivenlerden. Sanki her anımızı uzatmaya çalışıyordu. Pek şikayetçi değildim doğrusu.


Apartmanın önündeki merdivenlere oturduk. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Derin bir nefes aldıktan sonra bana uzattı. Kullanmadığımı söyleyecekken durdum. Aslında sigara içiyordum. Sadece çok üzüldüğüm yada sinirlerimin allak bullak olduğu zamanlarda. Ve şu an tam da öyle bir zamandı. Elinden sigarayı alıp hafif bir nefes çektim. Biraz sigaradan biraz da soğuktan olsa gerek ürpermiştim. “Üşüdüysen çıkalım. Hasta olmanı istemem.” “Hayır. Ben iyiyim.” Böylece sabah 5e kadar oturduk. Artık soğuktan hiçbir yerimi hissetmiyordum. Yarım saat sonra annem uyanacaktı. “Çıksak iyi olur. Kendime yeni uyanmış gibi bir görüntü vermem lazım.” Dedim omzumla omzuna doğru vurarak.


Bu kez hızlıca çıktık. Merdivenlerin sonuna geldiğimizde durdu. Sımsıkı sarıldık birbirimize. Ve son kez öptü beni. Bu kez mutlu değildim. Gözyaşlarım akmaya çalıştıkça ben onları geri gönderiyordum. Sonunda pes ettim ve akmalarına izin verdim. Gözyaşlarım sonunda hıçkırıklara dönüştüğünde sakinleşmem için bekledi. “Bu hiçbir şey ifade etmiyor. Biz ayrılmıyoruz. Seni seviyorum ve sevmeye devam edeceğim. Bu filmin çekimleri bittiğinde ziyarete gelirim. Yada sen gelirsin. Şimdi bunları düşünme lütfen. Artık gitmen lazım.” Son kez sıkıca sarılıp kokusunu içime çektim. “Sabah görüşürüz.” “Bu arada,” cebinden bir iPod çıkartıp bana uzattı “bunun içinde senin için birkaç özel şey var.” Teşekkür edip içeri girdim.


Yüzümü yıkayıp üzerimi giyindim. Her şeyi son kez kontrol ettim. Bavullarımı kapıya kadar taşıdım. Annem uyanmıştı bu sırada. O da hazırlanırken bana taksi çağırmamı söyledi. O oh. Ona bundan bahsetmemiştim. “Şey anne. Taksi çağırmamıza gerek yok.” “Nedenmiş o?” “Çünkü Robert bizi bırakmak istedi ve bende kabul ettim.” “Bu çok bencilce. Kimse bizim için sabahın köründe uyanmak zorunda değil.” “Anne biz çıkıyoruz.” Çok ani olmuştu. Ona bunu uçakta yavaş yavaş anlatmayı planlıyordum ama ağzımdan kaçmıştı artık geri dönüşü yoktu. Tepki vermesini bekledim. “Tamam. Sanırım tahmin etmiştim. Ama ne olur bu ilişkide üzülen taraf olma. Yoksa onu üzmem gerekir.” Bu kadını çok seviyordum. Gidip ona sarıldım. “Biliyorum anne. Bende bundan korkuyorum ama o beni üzmeyecek eminim.”


Bu sırada kapı birkaç kez hafifçe çalındı. Koşarak kapıyı açtım. Korkunç derecede güzel görünüyordu. Hemen yanıma gelip ellerimi tuttu. “Bayanlar, hazırsanız çıkalım.” Dedi. “Tamam çıkabiliriz sanırım. Anne hadi!” Robert eşyaları arabaya indiriyordu. Annemde ona yardım ediyordu. Kendi sırt çantamı ve uçakta okumak için ayırdığım kitabı elime aldım. İşte bu kadardı. Gidiyordum. İçeri son bir kez bakıp kapıyı kilitledim. Garaja kadar sessizce yürüdüm. Annem arka koltuğa oturmuş beni bekliyorlardı.


Ona aşık olduğum gün oturduğum koltuğa oturdum yine. Bu sefer farklıydı. O da bana aşıktı. Elimi tutuyordu ve ben gidiyordum. Trafik kapalı değildi. Bu yüzden Rob pek acele etmiyordu. Yaklaşık 50 dakikada hava alanına geldik. Saat yediye yirmi vardı. Annem kahvaltı yapmak istediğini söyleyerek ayrıldı yanımızdan. Asıl amacının bizi yalnız bırakmak olduğunu biliyordum elbette. El ele tutuşarak oturduk. Dizlerimi karnıma çektim. Hareket edersem eğer mahvolurdum. Ağlardım, ağlardım ve bu onu üzerdi. Bu yüzden sıktım kendimi. Ağzımı açarsam eğer, tek kelime edersem eğer hıçkırıklarımı bastıramazdım. Konuşmadım. Eğer onun kokusunu içime çekersem dayanamazdım. Gidemezdim. Bu yüzden sarılmadım ona. Beni anlıyormuş gibi davrandı. Ne kadar süre öyle oturduk bilmiyorum. Annem gelene kadar ağladığımın farkında bile değildim. Tedirgince bakıştılar. İkisi de beni içinde bulunduğum duygulardan çıkaramayacaklarını biliyorlardı. “Hayatım artık gitmeliyiz.” Burnumu çektim. “Tamam. Gidelim.”


Önce Rob kalktı ayağa. Elini uzatıp kalkmama yardım etti. Ellerimin titreyişini görmüş olmalıydı. Sıkı sıkı sarıldı belime. Yavaşça yürüdük pasaport kontrolü sırasına kadar. Sıra boştu. Her zaman çılgınlar gibi kuyruk oluşan yer bugün bomboştu. Önce annem geçti kontrolden. Ayrılamıyordum. Bırakmıyordum işte. “Hadi git artık.” Parmaklarıyla sildi yüzümdeki yaşları. “Kalbime iyi bak. Onu da seninle birlikte gönderiyorum. Ve geri almaya geleceğim.” Kokusunu içime çekerek öptüm onu. Ve yürüdüm. Arkama bakamadım. Uçağın kapısında bana verdiği iPod’u açıp ilk şarkıyı dinlemeye başladım. “Damien Rice – The Blowers Daughter” bu şarkıyı çok iyi biliyordum. Yerime yerleştiğimde iki gündür sakladığım tüm hıçkırıklar sessizce dışarı çıkmaya başladılar.

Not: şarkıyı dinlemenizi tavsiye ederim.

Bölüm 10

“Sürpriz.!” Diye bağırmaya çalıştı Rob yüzünde dünyanın en salak ifadesiyle. Bir anda kahkaha atmaya başladım. Öyle çok gülüyordum ki bu halime dayanamayıp onlarda gülmeye başladılar. Jo ve Rob benim için bir veda partisi hazırlamaya çalışıyorlardı ve ben hazırlıkların tam ortasında eve dalmıştım. Avizelerden birkaç süs aşağı sarkıyordu. Tavan rengarenk uçan balonlarla kaplıydı. Gülerek en yakın koltuğa oturdum. Nefes alabildiğim bir an “ Bu…bu çok çılgınca. Tanrım siz harikasınız.” Dedim. Jo, Rob’a dirsek attı. “Sana beğeneceğini söylemiştim.” İkisi de güldüler.


Tam anlamıyla gülmem bittiğinde yerimde doğruldum. “Evet anlatın bakalım. Burada neler oluyor?” Rob ellerini havaya kaldırdı. “ Benim hiç suçum yok. Bu tamamen onun fikriydi.” Biraz aklım karışmıştı. O beni bırakmıştı ve şimdi benim için sürpriz bir veda partisi veriyorlardı. Bu kadar rahat olmaması gerekiyordu. “Seni Londra’ya kuru kuru bir elvedayla göndereceğimi sanmadın değil mi? Çok safsın Mel, beni hiç tanıyamamışsın.” Evet Jo’nun bu kadar ileri gidebileceğini tahmin edememiş olmam gerçekten de bir saflık belirtisiydi. Başımla Rob’u işaret ettim. “Peki onun bu işteki payı ne?” “Hey kızım biraz rahatla. Ben içecek bir şeyler almaya gidiyorum. Eğer erken gelmeseydin her şey hazır olurdu. Herneyse bu sırada düzgünce konuşun.” Rob’a imalı bir bakış attı ve kapıdan çıkıp gitti. Bence bu akşam bir veda partisinden çok Jo’nun bizim aramızı yapmak için hazırladığı bir oyundu. Ve bu oyuna Rob da dahildi.
“Hey,” dedi Rob. “Mel, ben gerçekten üzgünüm. Davranışım çok kabaydı.” “Rob, açıklama yapmak zorunda değilsin. Önemli değil. Gerçekten…” İkimizde ayaktaydık. Ben Rob’a bakıyordum, o da bana. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmak istiyordum ama bana itaat etmiyorlardı. Onun mavi-gri gözlerinde kaybolmuştum. Gözleri eriyordu. Bana bakıyordu, aşıkmış gibi…


Bana doğru yavaş adımlarla ilerledi. Sanki her adımında kararsızlık varmış gibiydi. Aramızda kalan birkaç santimi geniş bir adımla kapattı. Benden sadece birkaç milimetre uzaktaydı. Karnımın üzerinde olan elimi tuttu, diğer eliyle de belime sarıldı. Beni iyice kendine çekti. Şimdi bedenlerimiz birbirine değiyordu. “Mel, bana bak.” Emrine istemsiz olarak itaat ettim. Nefesini hissedebiliyordum ve bu benim dikkatimi ona yoğunlaştırmamı zorlaştırıyordu. “Benim hiçbir şey için düşünmeye ihtiyacım yok. Neye ihtiyacım olduğunu çok iyi biliyorum.” Her kelimeyi üzerine basa basa söyledi, sanki bunları kafama kazımamı istermiş gibi. Nefesimi tuttum. Bana doğru eğildi ve kulağıma fısıldadı. “Seni seviyorum. Seni seviyorum. Seni seviyorum.” Gülümsedim. Belki şu an verebileceğim en saçma tepki buydu ama artık hiçbir hücreme hakim olabildiğimi sanmıyordum. Yanağını yanağıma değdirdi. “Bende seni seviyorum.” Yüzünü göremiyordum ama güldüğünü hissettim.


Kusursuz derecedeki yumuşak dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Hala dans eder pozisyondaydık. Aynı şeyi düşünmüşüz gibi diğer elini de belime koydu. Hala ayrılmamıştık. Şu an nerede olduğum, saatin kaç olduğu yada yarın gidiyor olmam umurumda değildi. Sadece o ve ben vardık. Sonsuza ve sonsuza kadar…


Dudaklarımız ayrıldığında elini yanağıma koydu. Başımı onun eline bırakmaktan alamadım kendimi. Beni koltuğa kadar sürükledi ve başımı omzuna yasladı. “Seni evde bıraktığımda kendimi tam anlamıyla zavallı gibi hissettim. Sana karşı konulmaz duygular besliyordum ve senin kadar cesaretli olup bunları söylemediğim için kendime kızdım. Sana kaba davranmalarım bunun içindi. Birbirimize aşık olmamamız gerekiyordu. Bu senin hayatının mahvolması demekti ama ben yinede sana aşık olmuştum. Senin o doğal tavırların beni rahatlatıyordu. Senden uzak duramıyordum. Ve sonra sen bana hislerini açıkladın. Allak bullak olmuştum. Bütün gece düşündüm. Sen gidiyordun ve ben burada kafayı yemek üzereydim. Birgün aklımın ucundan bile geçmeyen bir şeyi yaparak Jo ile konuştum. Bana ‘ Of, çok düşüncesizsin. Kızın senin yüzünden ne hallere geldiğini göremiyor musun? Bu işi bugün hallediyoruz.’ Dedi. Tüm gün evde sana ne söyleyeceğimi konuştuk. Bu işten vazgeçmeyi düşündüm ama yapamadım. Son güne kadar beklediğim için kendimi asla affetmeyeceğim.” O sözlerini bitirdiğinde ona iyice sokuldum. Yüzünü, kokusunu ezberlemeye çalışıyordum. Bu benim son fırsatımdı. “Seni asla unutmayacağım Rob.”


Aniden doğruldu yerinde. İki elimi de sıkıca tuttu. “Hiçbir şeyin bittiği yok. Senin İngiltere’ye gitmenin durumu değiştireceğini mi sanıyorsun? Seni asla bırakmayacağım.” Bu konuşmaları bana gülünç gelmişti. Doğru olmadığını tabi ki biliyordum. “Bana hiçbir şey için söz verme. Ben senin için çok basit bir insanım. Sense kusursuzsun, harikasın ve yakışıklısın. Yüzbinlerce insan senin için deli oluyor. Ve bende uzakta olacağım. Bana bağlı kalman için tek bir neden bile yok.” Üzgünce başımı salladım. “Beni terk etmeye mi çalışıyorsun sen? Üzgünüm bu bahaneler işe yaramaz çünkü seni bırakmıyorum.” “Tabi ki de hayır. Bu arada yarın sabah 9’da gidiyoruz. Sanırım sabah 6’da evden çıkmamız gerekiyor.” Şaka gibiydi ama ben gerçekten gidiyordum.
Gözleri bulutlandı. “Şey, sizi benim bırakmamı ister misin?” evet evet çok isteriz diye bağırıyordu beynim. “O saatte uyanman gerekmez. Taksiyle gidebiliriz.” “Saçmalama aşkım.” Dedi. Yüzümden boynuma kadar kıpkırmızı oldum. “Hey çifte kumrular. Saat 1e geliyor ve Mel, annen evi basmak üzere.” Beni duygularımdan sıyıran bu ses oldu. Josephine elleri belinde karşımızda dikiliyordu. Geldiğini bile duymamıştım. İsteksizce ayağa kalktım. Bu sefer gerçek veda anı gelmişti.


“Her şey için teşekkür ederim Jo. Sen sahip olunabilecek en iyi arkadaşsın. Sakın beni unutma.” Hiç ayrılmak istemezcesine sarılıyordum. Gözyaşlarıma hakim olamadığımı söylememe bile gerek yok. “Ağlama artık, haftaya seninleyim. Söz veriyorum.” Herkes bir şeyler için söz veriyordu. İçimden hepsinin gerçekleşmesini diledim. Bu sırada Rob yanıma gelip elimi tuttu. “Bende sana teşekkür ederim Josephine. Sen olmasan hayatımın aşkının gitmesine izin verebilirdim. Yarın havaalanından dönünce seninle görüşürüz. Şimdilik gitsek iyi olacak.”
İkimiz el ele merdivenlerden indik. Onun kapısının önüne geldiğimizde bana sıkıca sarıldı ve nefesim kesilene kadar öptü. Ellerimiz ayrılmak istemiyordu. Dudaklarımızda öyle… “İyi geceler sevgilim, yarın sabah görüşürüz.” Dedi. Yavaş yavaş uzaklaşmamı izledi. Kapıyı ardımdan kapattığımda onun da kapattığını duydum. Son saatlerime doğru adımımı attım.

14 Ocak 2010 Perşembe

Bölüm 9

Kendimi toparladığımda camdan bakmak için koltuktan kalktım. Evin önündeki son insanlar da dağılmıştı. Bir an önce taşınmayı bekliyordum artık. Londra’da kimse beni tanımayacaktı. Yarın annem geliyordu ve bizde gidiyorduk. O olmayacaktı, camdan bakınca heyecanlanmayacaktım. Kendi geleceğimi kendim mahvetmiştim. Ona olan duygularımı açıklarken böyle bir tepki gelebileceğini biliyordum ama yinede üzülüyor insan. Artık dostum bile olamayacaktı.
Cep telefonumu elime aldım. Annemi aramak için son aranan numaralar kısmını açtım. Hah. Kendini aramıştı. Numarayı ezberlemeden sildim. Annemin numarasını bulup aradım. 5 saat sonra evde olacaklarını ve taşınma işinin tahminimizden daha erken olacağını, bu nedenle eşyalarımı toplamaya başlamamı söyledi. Duşa girip son 1 haftadır yaşadığım olayları gözden geçirdim. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki. Bunlar herkesin kaldırabileceği türden şeyler değildi. Benim ve O’nun bile.


Banyodan sonra odama yavaş yavaş yürüdüm. Bu küçük daireyi seviyordum. Josephine’i seviyordum. Ve gitmek istemiyordum. Üzerimi giyindim ve Los Angeles’a geldiğimden beri hiç giymediğim kıyafetleri ayırmaya başladım. Çok gereksiz kıyafetler vardı ve çoğu Londra’nın kasvetli havasına uygun değildi. Jo’nun beğendiği tişört ve gömlekleri ona bırakabilirdim. Yeterince soğuk olan Londra’da onları giyip soğuktan ölmek istemiyordum. Böylece kıyafetleri ikiye ayırdım; Josephine için, Londra için.


Kıyafet dağının arasında geçirdiğim iki saat elimi ve aklımı oldukça meşgul etmişti. Kendi duygularımla baş başa kalamadan yorgunluktan uyuyakalmıştım. Sabah gözlerimi açtığımda yatağımın başucunda annem oturuyordu. “Günaydın hayatım. Seni çok özlemişim.” Dedi. Yanıma gelip alnımdan öptü. Bende onu özlemiştim. Çok anne gibi kokuyordu. “ Bende seni özledim anne. Siz yokken çok sıkıldım.” Dedim. “ Eminim çok sıkılmışsındır. Bana biz yokken uğraşacak fazla şey bulmuşsun gibi geldi. Yanılmadığıma eminim Mel. Bu kadar korkunç görünmek için çok çabalamış olmalısın. Anlatmak ister misin?” Yatağımda doğruldum. “Sence bunları konuşmak için uygun zaman mı anne? Beni sorguya çekmek için yeterince zamana sahipsin. Lütfen önce kahvaltı yapamaz mıyız?” Ben yatağımdan kalkıp dolabımın başında ne giysem diye düşünürken kendine kendine konuşur gibi mırıldandı “ Haftaya Londra uçağında benden kaçamazsın nasılsa…” Haftaya mı? “Ne? Sen az önce tam olarak ne dedin?” “Londra dedim. Haftaya. Baban ev eşyalarının nakliyesini ayarlamak için bir şirketle görüşmeye gitti. Orada çok hoş bir ev bulduk. Sakin bir semtte. Tam senin seveceğin gibi. 2 katlı küçük bir banliyö. Seni uykusuz bırakacak çılgın komşular da yok.” Dedi iğneleyici bir biçimde.

Onun beni konuşturma çabaları gülmemi sağladı. Gerçekten ondan kaçamayacaktım. Sonunda anneme her şeyi anlatmam gerekecekti. Annemi bir şekilde oyalayabilirdim. Çok güzel bir kadındı ama zeki olduğu söylenemezdi. Dikkati çok çabuk dağılıyordu. Bu sırada gitmeden Rob ile konuşmam gerekiyordu. Ona en derinimde saklı duygularımı anlatmıştım ve o beni düşünmem gerek diyerek bırakıp gitmişti. Yinede bu ona veda etmem gerekmediği anlamına gelmiyordu. Gurur da bir yere kadar ama değil mi?


Onunla belki gideceğim gün konuşabilirdim. Evde bulamazsam da küçük bir not bırakabilirdim. Yada ona adresimi verebilirdim. Beni sevmemesi bir şey değiştirmezdi ki sonuçta. Bir dosta ihtiyacı olduğunda yada kaçmak istediğinde Londra’ya gelebilirdi. Bu güzel olurdu. Hem de çok.
O gün öğlen babam elinde 2 uçak biletiyle eve geldi. 14 Haziran tarihine Business Class dan alınmış 2 bilet. Los Angeles hava alanından Londra’ya. Sabah 9 uçağı. 12 saatlik uçuş. Sonunda gidiyordum. Kahvaltıyı hazırlarken gözüm saatin tarih kısmına takıldı. 9 Haziran. 5 gün vardı. Bir an önce cesaretimi toplayıp onunla konuşmam lazımdı ama ben bu planı biraz ertelemeye karar verdim.


Takip eden 4 gün boyunca hep aynı şeyleri yaptım. Eşyalarımı ayırdım, evdeki ufak tefek eşyaları kutulara yerleştirdim ve bir veda konuşması üzerinde düşünmeye başladım. Kendimi aptal gibi göstermeden veda etmenin güzel bir yolunu bulmam gerekiyordu. Duygularımı ifade etmekte pek fazla iyi olmadığım için(!) Jo’ya danışmaya karar verdim. Bu durumda beni en iyi o anlardı. Ayrıca onun için ayırdığım kıyafetleri de versem iyi olurdu. Nasılsa yarın sabah 9 da ben artık burada olmayacaktım. Bir gün Jo’nun çılgınlıklarını, çığlıklarını, dedikodularını ve alışveriş takıntısını özleyebileceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama olmuştu işte, o deli kızı daha şimdiden özlemiştim. Keşke o da benimle gelseydi yada ben hiç gitmeseydim


Yine saçmaladığımın farkına vardım. Artık her şey tamamdı. Gitmemem için hiçbir sebep yoktu. Babam işleri halletmek için bu sabah Londra’ya gitmişti. Bizde yarın sabah gidiyorduk işte. “Anne, Josephine’le vedalaşmam gerek. Geç gelirim.” Diye bağırdım. Cevap vermesini beklemeden kapıyı kapatıp koşarak üst kata çıktım. Kapıyı Jo açtı. Beni görünce yüzüne daha önce görmediğim ama yaramazlık yaparken yakalanmış çocuklara benzeyen bir ifade yerleşti. Elimdeki eşyaları havaya kaldırdım. “ Sana birkaç hediye bırakmak istedim.” Dedim. Ağlamaya başladı. “Kızım, sen bugüne kadarki en mükemmel arkadaşsın. Londra’ya taşınman bir şey değiştirmez. Oradaki yakışıklı çocukları fethetmek için bir gün geleceğim.” Bu kız hiç değişmeyecekti. Sıkıca sarıldım. Bir daha görüşemeyeceğimizi biliyordum. Dayanamayıp bende ağlamaya başladım. “Eee, beni içeri davet etmeyecek misin? Unutma buradaki son gecem bu!” Yutkundu. “Şey… Mel. Aslında bu pek de iyi bir fikir değil. Birazdan ben sana uğrasam olur mu? Ev biraz dağınık da.” Bahane mi bulmaya çalışıyordu bu kız. Hey bu benim son gecem ama. Hiç adil değildi. “ Bak dağınık olması hiç önemli değil. Ben son gecemi en iyi arkadaşımla geçirmek istiyorum.” Dedim ve içeri girdim. O oh. İşte bunu hiç mi hiç beklemiyordum…

11 Ocak 2010 Pazartesi

Bölüm 8

Buz gibi olmuş ellerini ağzımın üstüne bastırıp beni içeri sürükledi. Onun kocaman ellerinin arasında nefes almak için çırpınmaya başlamıştım. Elini ağzımdan uzaklaştırıp bağırmaya başladım. “ Delirdin mi sen! Beni öldürmeye mi çalışıyorsun.! Zaten bu saçma tavırlarınla yakında başaracaksın!”. Bu sözlerimi söyledikten sonra pişman olmuştum. Biraz ağır konuştuğumun farkındaydım. Birkaç adım geriledi. “ Sana bir şey göstermem gerek.” Dedi. “ Tamam, göster.” Sırtıma hafifçe dokunarak pencereye kadar yürüdük. Aman Tanrım! Biri bize kamera şakası yapıyordu galiba. Evet tamamen kamera şakasıydı bu. Çünkü evimin penceresinden yalnızca 5 6 metre aşağıda 30dan fazla kamera vardı. Onlarca fotoğrafçı bizim bir siluetimizin resmini çekmek için bekliyordu.


Ellerimi saçlarımın arasından geçirip derince nefes verdim. Yavaş yavaş pencerenin altına çöktüm. “ Ama bu çok saçma. Bu insanlar gerçekten çılgın olmalı. Özür dilerim. Hayatını mahvettim Rob.” Yüzünde oldukça kızgın bir ifade belirdi. Sanki bana çok kızmış gibiydi. Bir an için ürktüm. “ Özür mü? Ne için! Seni bu karmaşanın ortasına atan bendim. Sakın kendini suçlama. Kendimi kötü hissetmemem için alçakgönüllü rolü yapmana gerek yok!”. Oh. Bu biraz ağır gelmişti işte. Bağırmaya başladım. “ Senin ne hissettiğin önemli değil! Ve rol falan yapmıyorum. Eğer rol yapacak olsaydım, şirin kız taklitleri yapıp senin ilgini çekmeye çalışırdım. Sersem!” Yanıma oturdu. “ Gerçekten üzgünüm. Sadece böyle durumlarda gereğinden fazla geriliyorum.” Bu günlerde çok gergin olsa gerekti. Sürekli bana çıkışmasına bir neden aradım. Hem sadece gerilen o değildi. Hayatında vesikalık resim çektirmekten bile nefret eden bir kız, 10 saat içinde tüm haberlerde adı geçen, evinin önünde onlarca fotoğrafçı olan birine dönüşmüştü. Sanki ben çok mutluydum.! Daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladım.


“Mel, çok üzgünüm. Ağlama lütfen. Ben bencil aptalın biriyim. Mel lütfen çok özür dilerimi ağlama.” Yanından kalktım. Koşarak banyoya gittim. Kapıyı kilitlemeye çalıştım ama ellerim titriyordu. Hıçkırıklarıma engel olmaya çalışarak küvetin kenarına oturdum. Birkaç saniye sonra Rob geldi. Banyonun içinde sağa sola yürüyüp duruyordum. Ona bakmaya cesaret edemedim. Dudaklarımı ısırdım. Daha fazla ağlayarak aciz duruma düşmek istemiyordum. İçimdeki nefesi dışarı verdim. Rob olduğu yerde durdu. Sonra yanıma geldi ve küvetin kenarına oturdu. “Mel, lütfen ağlama artık. Mel, bana bak.” Yüzümü ona bakmam için çevirmeye çalıştı. Kafamı sertçe diğer tarafa çevirdim. Bir anda beklemediğim bir şey yaptı. Bana sarıldı. Islak yüzümü göğsüne yasladı. Bu gerçekten iyi gelmişti. Daha fazla kendime engel olamadım ve beline sarıldım. Nefesim düzene girene kadar öylece oturduk.


Sakinleştikten sonra elini yanağıma koydu. “Artık bana bakar mısın? Yoksa suçluluk duygusuyla kendimi paparazzilerin arasına atacağım.” Gülümsedim. İstemeye istemeye kollarımı belimden ayırıyordum ki ellerimi tuttu. “ Dur lütfen. Sen… beni sakinleştiriyorsun. Şu an sana ihtiyacım var.” Kısıkça gülümsemeye çalıştı. Onun gülümsemesine dikkat etmem çok garipti. Çünkü kalp krizi geçiriyordum. Evet evet, şu an ölüyor olmalıydım. O benim çelimsiz kollarımın ona iyi geldiğini söylüyordu. Sıkıca sarıldım. “Şimdi daha iyi oldu.” Diye mırıldandı. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. “Sence hala oradalar mı?” “Bilmiyorum, gidip baksak iyi olur.” Baksak? Ben daha ne yapacağını kestirememişken beni kucağına alıp pencerenin önüne doğru yürümeye başladı. “Hemen beni indir. Rob sana söylüyorum!” Aslında şu anki halimden çok memnumdum.
Sadece başım dönmeye başlamıştı.

“İn bakalım koca bebek.” Kucağından aşağı atladım. Pencereden önce ben baktım. Hala oradalardı ama sayıları biraz daha azdı. “Sanırım polis çağırmam gerek” dedi. Cep telefonumu ona uzattım. Polisi arayıp hızlıca bir şeyler anlattı. “ Tamam, 10 dakika içinde hepsi yok olmuş olacaklar.” Bu habere gerçekten sevindim. Cep telefonumu almak için elimi uzattım. Ama o başka bir numarayı tuşlamaya başlamıştı. “Ne yapıyorsun?” diye sordum. “Hala cep telefonu numaran bende yok. Kendimi arıyorum.” “Tamam.”
Bugün çok yorulmuştum. Yarın annemler geliyordu ve en fazla bir ay sonra taşınacaktık. Kendimi koltuğa bıraktım. “ Rob, seninle bir şey konuşmak zorundayım.” Kaşlarını kaldırdı. Devam etmemi bekledi. “Buraya gel lütfen.” Merakı iyice artmış gibiydi ama yanıma oturana kadar bekledim. İçimden geçenleri ona anlatmalıydım yoksa sonsuza kadar pişman olabilirdim.
Yavaşça yanıma oturdu. “Dinliyorum Mel.” Alabildiğim en derin nefesi aldım. Yüzümün kızarması, utanmam yada beni reddetmesi umurumda değildi. Ben ona aşıktım ve onun bunu öğrenmesi gerekiyordu. Eğer beni kınar yada reddederse onun karşısına bir daha çıkmazdım. Belki ona olan aşkımı bastıramazdım ama Londra’ya taşındığım zaman acımı hafifletmek daha kolay olurdu.


“Mel? Konuşmayacak mısın?” . “ Rob, lütfen beni son kelimeme kadar dinle. Bunları konuşmak benim için çok zor. Senin varlığından tam olarak yedi gün önce haberim oldu. Bunu söylemekten çok utanıyorum ama ben … sana aşık oldum. Eğer bunun çocukça ve çok saçma olduğunu söylersen seni elbette anlarım. Ama bu hissettiklerimi daha önce hiç hissetmemiştim. Haberlerde seni ve Kristen’ı gördüğümde adeta yıkıldım. Bunlar hissettiğim her şeyden güçlü. Bilmiyorum. Senden uzak bile duramıyorum.” Gözlerimi ellerime kilitledim. Eğer yüzüne bakarsam kalbimin paramparça olacağını biliyordum. Konuşmasına fırsat vermeden devam ettim. “Tüm bunların yanında en geç 3 hafta sonra Londra’ya taşınmak zorundayız. Böylece senide daha fazla karmaşanın içine sürüklememiş olurum.” Elimle pencereyi gösterdim.
Uzunca bir süre sessizlik oldu. Cevap vermesini bekledim. Sessizliği bozan taraf olmak istemiyordum ama gözlerimi ellerimden ayırıp ona baktım. Ellerini başının arasına almış duruyordu. Birkaç dakika geçtikten sonra iyice huzursuzlanmıştım. “Rob…ben üzgünüm.” Kafasını kaldırdı. “Üzgün olma Mel, ben sadece bunları duymaya hazır değildim. Biraz düşünmeye ihtiyacım var. Sanırım sonra görüşürüz.” Yavaşça kalktı ve gitti. Ah! Çok güzel. Her şeyi mahvetmiştim.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Bölüm 7

“ Sakın kafanı kaldırma!” Beni çok sert bir şekilde peşinden sürüklüyordu. Canım yanmıştı. Ama şu anda ona hiçbir şey söylememem en doğrusuydu. Hemen bir taksiye atladık. Taksiciye adresi söyledi. Eve geldiğimizde hiçbir şey söylemeden dairesinin kapısını çarparak kapattı. Bu kadarı da fazlaydı. Böyle kaba davranmasına gerek yoktu. Hem sabah benimle koşmayı o istemişti. Çok sinirlenmiştim. “ İyi, sen bilirsin. Aptal! “ diye bağırdım ve tüm gücümle kapıyı çarptım.
Daha üzerimi çıkarmamıştım ki kapım çaldı. Açmadım. “ Hey orada olduğunu biliyorum. Bak çok özür dilerim. Lütfen beni anlamaya çalış.” Hala kapıyı açmadım. “ Lütfen.” Diye yalvardı. Kapıyı hafifçe araladım. “ Ne istiyorsun Rob? Yeterince kaba davranmadığın için özür dilemeye mi geldin! Üzgünüm, özrün kabul EDİLMEDİ!” kapıyı kapatmaya çalıştım ama ayağını araya koyarak bana engel oldu. Kapıyı açtı ve içerdi girdi. Ardından kapattım.
“Evet seni dinliyorum.” “Lütfen sadece birkaç saniye olaya benim açımdan bak. Ben ortalıkta görünmemek ve basına hakkımda malzeme vermemek elimden gelen her şeyi yapıyorum. Bunca aydır bunu başarmışken bir anda yanımda bir kızla yakalanıyorum. Bunun peşinden gelebilecek dedikoduları tahmin edebiliyor musun? Ben bunlara alışığım, peki ya sen? Sence bunları kaldırabilir misin? Her gün sana yüzlerce soru soran insanlarla nasıl başa çıkacaksın. Bak bunu en kısa nasıl söylerim bilmiyorum…”
Burada neler oluyordu en ufak bir fikrim bile yoktu. Ama yüz ifadesine bakılırsa bu konuşmanın yönü hiç de iyi yönde ilerlemiyordu. “ Devam et, dinliyorum” dedim. ‘ Bu çok kötü.’ Diye çığlık attı içimdeki ses. “Bak… hayatını mahvetmek istemiyorum. Bu yüzden daha fazla görüşmesek iyi olur. Üzgünüm Melanie, lütfen benden nefret etme.” Tamam. Bu her şeyden daha ağır gelmişti. Gözyaşlarımın akmasına izin verememeliydim. “ Git buradan.” Sesimi kızgın çıkarmaya çalışmıştım ama titremesine engel olamamıştım.
O sessizce arkasını dönüp giderken gözyaşlarımın akmasına izin verdim. Kendimi yatağıma atıp hıçkıra hıçkıra ağladım. 5 gün içinde bir insanın kalbi kaç kere kırılıp tamir edilebilirdi ki. Ve benim kalbim bu sınırı aşmıştı. Bir daha asla ama asla kalbimin kırılmasına izin vermeyecektim. Ve saçma hayaller yüzünden depresyona girmeyecektim. Hemen şimdi dışarı çıkıp günün tadını çıkaracaktım. Artık Robert Pattinson defterini kapatıyordum. Hemde sonsuza kadar.
Aynada kendi görüntüme baktım. Gözlerim ağlamaktan kızarmıştı. Burnumun ucu da öyle. Oldukça komik görünüyordum. Bundan sonra ağlamamaya söz verdim. Yüzümü yıkayıp evden çıktım. Cüzdanımı yanıma aldığıma çok sevinmiştim. İçine baktım. Yaklaşık 500 dolar kadar para vardı. Los Angeles için az bir miktardı ama yinede bana alışveriş için yeterdi. Gördüğüm ilk mağazaya girdim. İhtiyacım olan yada olmayan her şeyi satın aldım. Paramı tamamen harcadığımda içimdeki sıkıntıdan da kurtulmuş olduğum gibi bir hisse kapıldım. Bazen normal kızlar gibi hissetmek güzeldi.
Eve döndüm. Maillerimi kontrol ettim. Annemler yarın sabah evde olacaklardı. Toplantıları erken bitmişti. Ve bir ay sonra Londra’ya taşınmış olacaktık. Her şey bitmiş olacaktı. Buradan ayrılırken ona veda etmem gerekmeyecekti. Çünkü o beni istemiyordu. Artık düşünmem gereken tek kişi Josephine’di. Bensiz çok sıkılacaktı. Bu sırada cep telefonum çaldı. “ Bayan Melanie, ben OK dergisinden Cathrine Powell, size birkaç soru sormak istiyorum.” Ah, olamaz. Bu kadar çabuk mu öğrenmişlerdi. “ Bakın, bana sormanız gerek sorular her neyse, verecek cevabım yok. Lütfen beni daha fazla rahatsız etmeyin.”
Televizyonda her ne kadar izleyecek bir şey olmasa da karşısına geçtim. Magazin programlarına göz atmaya karar verdim. E! Kanalında haberler başlamıştı. Yine mi Rob! Kanalı değiştirecekken ekranda kendimi görünce dondum. Habere yorum yapan kadın, benim hakkımda Robert Pattinson’un esrarengiz sevgili olarak bahsediyordu. Hah. Şimdi bu haberi izleyen yüzlerce kız benden nefret etmeye başlamıştır diye düşündüm. Ama şu andaki durumumuzu bilseler sevinç çığlıkları atarlardı. Halime acıdım.
Hava iyice karardıktan sonra yalnızlık duygusuyla beraber sabah alışverişle attığım sıkıntı duygum içimdeki yerime geri geldi. Bu kez duygularımdan sıyrılmak yerine onların beni ele geçirmesine izin verdim. Gözlerimi sıkı sıkıya kapattım. Yaklaşık bir saat sonra kapının sesi yüzünden uyandım. Biri hafif hafif kapıya vuruyordu. Kalktım. Gözlerimi ovuşturarak kapıyı açtım. Robert karşımda duruyordu. Bu kez daha ne yapıp kalbimi kıracaktı acaba. Derince bir nefes aldım. “ Ee, Robert, bu kez ne istiy…” cümlemi bitirmeme izin vermemişti…

8 Ocak 2010 Cuma

Bölüm 6

Önümüzdeki 3 gün aynı şekilde geçti. Her sabah 7 de uyandım. Sessizce – kimseye görünmeden – evden çıkıp 8.30’a kadar koştum. Eve gelip duşumu aldım. Elimden geldiğince odamdan ve evin bulunduğu kattan uzak durdum. Yalnız kalmam gereken her an Josephine ile beraber oldum. Olanları anlattım. Önce bana saçma nasihatler vermeye çalıştı. Onun sözleriyle avunmadığımı, gerçekten bu işten canım yandığını anladığında konuşmaya son verdi. 3 gündür onun adı ve konusu aramızda geçmiyordu.
4. gün yine 7de uyandım. iPod’umun sesini sonuna kadar açıp kulaklıkları taktım. Koşu ayakkabılarımı ve eşofmanlarımı giyip evden çıktım. Merdivenlerin başına geldiğinde biri kolumdan sertçe tuttu. Kulaklıkları çıkartıp arkama sinirle döndüm. “ Hey, ne isti…” Cümlemi tamamlayamamıştım. Karşımda oldukça endişeli bir surat ifadesiyle duruyordu. Onu öyle görünce 3 gündür içimde kopan tüm fırtınalar hiç yaşanmamış gibiydi. Ama ona karşı eskisi gibi duygular hissetmemeliydim. Bu… tamamen yanlıştı. O bana ait değildi. Çoktan onu sahiplenen biri olmuştu…
“ Özür dilerim. Kaba davranmak istememiştim. 3 gündür ortalarda yoksun. Perdelerin sıkı sıkıya kapalıydı. Birkaç kez kapını çaldım ama açmadın. Başına bir şey gelmiş olmasından endişelendim. ” Beni merak etmesi komikti. Buna gerek bile yoktu. Bu 3 günü çok iyi bir şekilde idare etmiştim. Şimdi hayatıma yeniden girmeye çalışması çok saçmaydı. Onun bana ihtiyacı yoktu ki. “ Hayır başıma hiçbir şey gelmedi. Benim için endişelenmen gerekmezdi. Üzgünüm gitmeliyim.” Dedim. Kolumu onun elinden zayıfça çekerek kurtardım. Merdivenlerden koşarak indim. Attığım her adımda canım daha çok acıyordu. Ama yapamazdım. Kendimi boş ümitlere kaptıramazdım. Bugüne kadar hayatıma giren hiçbir erkeğin canımı yakmasına izin vermediğim için kendimi tebrik ettim. Eğer 19 yaşındaysanız bazı ‘travmaları’ atlatmak daha kolay olur.
Gittiğimdeki yüz ifadesini hayal etmeye çalıştım. Hayal kırıklığına mı uğramıştı, üzülmüş müydü? Belki de umursamamıştı. ‘ Düşünme ! ’ diye emir verdim beynime. ‘Yeter!’. “ Daha ne kadar benden kaçabilirsin. Gerçekleri unutma. Sanki seni aldatmış gibi davranıyorsun. O sana hiçbir şey için ümit vermedi unutma bunu. ” Bir kez daha beynim haklıydı. Ona hak etmediği şekilde davranmıştım. Sanırım ondan özür dilemeliydim.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda 2 kilometrelik parkuru koşmuş, eve dönüyordum. Yolumun üzerindeki markete uğrayıp kahvaltı için birkaç malzeme aldım. Uzun süredir bir şeyler yememiştim. Beynim mantıklı çalışmaya başladığından, kendi ihtiyaçlarını da hatırladı. Karnım guruldadığında güldüm. Hemen birkaç malzeme alıp eve doğru yürüdüm.
Evin kapısına geldiğimde araya sıkıştırılmış bir kağıt gördüm. Kağıdı elime aldım ve notu okudum. “ Son 3 gündür aynaya baktın mı hiç? Nasıl göründüğünün farkında mısın? Bu kadar uykusuz kalman için korkunç bir olay olmuş olmalı. Senin için gerçekten endişeleniyorum. Acaba seni istemeden kırdım mı? Konuştuğumuz son günü düşündüm ama hiçbir şey bulamadım. Umarım yeniden dostluğumuz devam eder. R.” Notu katlayıp arka cebime koydum. Eve girecekken saate baktım. 10a geliyordu. Yinede ondan özür dilemeliydim. Evde olmaması muhtemeldi ama şansımı denemeye karar verdim. Dairesinin önünde durdum. Kararsızca kapıyı birkaç kez çaldım. Açan olmadı. Tahmin ettiğim gibiydi. Geri döndüm.
Tüm gün oyalanacak işler arayıp durdum. Annemle tam üç kez telefonda konuştum. Taşınacağımız yeni yerin Londra olduğunu duyunca ürperdim. Londra… lisede ki coğrafya derslerinde öğrendiğim birkaç bilgiye göre sürekli kasvetliydi. Sürekli hava bulutluydu. İğrenç diye düşündüm. Los Angeles’ın güneşli ve sıcak havalarından sonra Londra’ya alışmam oldukça zor olacaktı. Tabi arkamdakileri hesaba katmıyordum bile.
Akşama kadar pembe dizilerin tekrar bölümlerini izleyip durdum. Saat 9 olduğunda evden çıktım. Kapının önünde derince bir nefes alıp çaldım. Kapıyı açan olmadı. Arkamı dönüp gidiyordum ki kapı açıldı. “ Hey! Kapımı çalıp gitmeyecektin değil mi?” Haha. Tabi ki gitmeyecektim. “Şey ben… özür dilemek için gelmiştim. Sana kaba davrandığım için. Bu sabahki davranışımın hiçbir mantıklı açıklaması yoktu kabul ediyorum. Umarım beni affedebilirsin.” Dedim üzgünce. Kıkırdadı. Elini saçlarının arasından geçirdi ve düşündüğünü belli etmeye çalışan sesler çıkardı. “ Sanırım affedebilirim.” Şu anda yerimde sıçramamak için kendimi zor tutuyordum. İstediği oyuncağı almış çocuk gibi tepkiler vermeye hazırdım. “ Ama bir şartla,” dedi. Şart mı? Tek kaşımı kaldırıp yüzüne baktım. Şaşırmış bir ifade içinde olabilirdim. Sanırım öyleydim. Yüzüme dikkatlice bakıp kahkahalarla gülmeye başladı. “ Bu kadar korkmana gerek yoktu. Sadece yarın sabahki koşuna eşlik etmeme izin vermeni istiyorum.”
İçimde tuttuğum nefesimi verdim. “ Tamam anlaştık. Yedide kapıda ol.” Dedim en içten gülümsememle. Evime döndüm. Madem ki eski halimize dönüyorduk, yapmam gereken tek şey yarın sabahı beklemekti.
Pijamalarımı giyip koltuğa uzandım. 3 gecedir ilk defa televizyonun sesini kıstım ve deliksiz bir uyku çektim. Gözlerimi açtığımda biri kapıya gürültü bir şekilde vuruyordu. Saate baktım. Aman Tanrım! 7.30. Geç kalmıştım. Hemen kapıya koştum. “ Neredeyse kapıyı kıracaktım. Bir an için öldüğünü düşündüm!” dedi. “ Çok özür dilerim. Alarmı duymamışım. 3 dakika sonra geliyorum.” Kapıyı kapatmadım. Koşarak odama gidip üzerimi giyindim. Dişlerimi fırçaladım, anahtarlarımı aldım. “ Hazırıımmmmm!” gülümseyerek gittim yanına. “Seni mutlu gördüğüme sevindim.” Dedi. “ bende.”
Hafif tempoda koşuyorduk. Bugün onun kurallarına uyuyordum. Hava ne kadar bulutlu ama ılık olsa da güneş gözlüklerimizi ve kapüşonlarımızı taktık. Bu onun tanınmama kuralıydı. Parka ulaştığımızda bir anda etrafımızda deli gibi flaşlar patlamaya başlamıştı. “ Lanet olsun!” diye tısladı dişlerinin arasından ve ardından hafif bir küfür duydum.

7 Ocak 2010 Perşembe

Bölüm 5

“ Saat 4e geliyor. Sanırım kalksam iyi olur. Seni uykundan mahrum etmek istemem.” 4 mü? Ciddi olamazdı herhalde. En son hatırladığım – aslında hatırlamıyorum her neyse – gece yarısı olmak üzereydi. Onunla 5 saattir beraberdim ve vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştım.
Aslında gitmesini istemiyordum ama 3 saatlik uykuyla ayaktaydım ve kaldırabileceğimden daha heyecanlı bir gün olmuştu. Onun yanında sızıp kalmak, isteyeceğim son şeydi. Derin bakışlarını üzerimde hissettim. Yüzünde garip bir ifade vardı. İnsanların yüzünde doğruları söyleyecekleri zaman oluşan gibi bir ifade…
“ Bu çılgınlık başladığından beri edindiğim ilk dostsun. Sana güvenebilirim, değil mi? Aslında çok saçma. Sadece 2 gündür tanışıyoruz ve ben sana kendimle ilgili her şeyi anlatıyorum. Senin o deli hayranlardan olmadığını nereden bilebilirim. Tabi ki her an bunları beni gidip paparazzilere anlatabilirsin. Ama bilemiyorum… Seni birkaç kez görmüştüm. Sanki sende benim gibisin. İnsanlardan biraz daha uzaksın. Sana karşı kendimi yakın hissettim. Biliyor musun? Aslında anlatsan bile umurumda değil. Ben sana güveniyorum.” Vay be! Tabi ki gidip hiçbir paparazziyle röportaj yapma gibi bir niyetim yoktu. Olsaydı bile bu çılgın sözlerden sonra kendimi pislik gibi hisseder ve planlarımdan vazgeçerdim.
Kapıyı açtım. Elini uzattı. “ teşekkür ederim! Her şey için.” Gülümsedi. Çekinerek elimi uzattım. Çünkü ona dokunduğum zaman tenimden elektrik akımı geçmiş gibi hissedeceğimi biliyorum. Ah haklıydım! “ Ben teşekkür ederim. Bu şehirdeki 2. dostum olduğun için. ” Gözlerini devirdi. “ Onun kusuruna bakma. Sanırım sana fazla aşık “ diyerek güldüm. Önce yüzünde anlamadığım bir ifade oldu. Sonra kahkahalarla gülmeye başladı. “ Bu alışık olduğum bir şey. Ama kızlar şu anda ilgilendiğim en son şey. “ Olamaz… Bana bir şey mi ima etmeye çalışıyordu. Gürültülü bir şekilde yutkundum. “ İyi geceler. Geldiğin için çok teşekkür ederim. Güzel bir akşamdı. “ dedim. Kapıdan çıktığında bir şey söyledi. Sanırım bu saçmalık gibi bir şey çıktı ağzından.
Kapıyı kapatır kapatmaz odama koştum. O kadar yorgundum ki. Pijamalarımı giyecek kadar bile enerjim yoktu. Hemen yatağa yattım…
* * *
Gözlerimi açtım. Saat 5 i gösteriyordu. Sabah mı akşam mı anlayamadım. Sabah olamazdı çünkü 1 saattir uyuyor gibi hissetmiyordum. Yavaşça doğruldum. Başım deli gibi ağrıyordu ve hala yorgundum. Dengemi bulmaya çalışarak pencereye gittim. Hava kararıyordu. Akşam olmuş. Tam olarak 13 saattir uyuyordum. Akşam soğuğuyla ayılmak ümidiyle derin derin nefesler aldım. İşe yaramadı. Banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. O da işe yaramadı. Duşa girmeye karar verdim.
On beş dakikalık bir duşun ardından tam anlamıyla ayılmıştım. Midem guruldadı. Mutfakta dünden kalan pizzayı buldum. Birkaç parçayı mikrodalga fırında ısıtmaya başladım. Gözlerimi pizzalardan ayıramıyordum. Sanki avını izleyen aslan gibiydim. Ama benim avım çaresizce yenmek için bekliyordu. Pizzaları çıkartıp salonda televizyonun karşısına kuruldum. Bu koltuk yatağımdan çok daha rahattı. Sanırım artık burada uyumalıydım. Kumanda bozulana kadar kanal değiştirdim. İzleyecek hiç bir şey yoktu. Pazartesi gecelerinden nefret ediyordum. En sonunda E! Kanalında dikkatimi çekecek bir haber gördüm. ‘ Robert Pattinson ve Kristen Stewart birlikte mi?’ Kadın bir yandan konuşurken bir yandan da ikisinin birlikte çekilmiş görüntüleri gösteriliyordu. Elimdeki pizzayı tabağa bıraktım. Artık aç değildim. Ve sanırım bir daha yemek yemeyecektim.
Onlar tabi ki beraber olurlardı. Bu kadar sürükleyici bir aşk hikayesindeki baş kahramanlar olmak, peşinden gerçek hayatta bir aşkı da getirirdi. Bunu düşünemeyecek kadar beyinsiz olduğuma inanamıyordum. Bu kez gerçekten üzülmüştüm. Onun dostluktan bahsettiğinde bile böyle şeyler hissetmediğime emindim. Sanki bu kalp kırılması gibi bir şeydi. Odama gittim. Daha koyu renk olan perdelerimi sıkı sıkıya kapattım. Bilgisayarımı ve ince battaniyemi alıp salona döndüm. Google’a Robert Pattinson ve Kristen Stewart yazıp arattım. Milyonlarca resim karşımdaydı. Her an beraberlerdi. Birbirlerinin gözlerinin içine baktıkları, sarıldıkları, güldükleri, öpüştükleri… Her resimle biraz daha canım yanmaya başlamıştı. Bilgisayarı sinirle kapattım. Televizyonun sesini sonuna kadar açtım. İçimdeki sesleri bastırmasını umarak yorganı başıma kadar çektim ve sonsuza kadar sürmesini istediğim uykuya daldım.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Bölüm 4

Pizza mı? Ama ben pizza sipariş etmemiştim ki. ‘’ Ben pizza sipariş etmedim? ‘’ diyerek aklımdakini sordum pizzacı çocuğa. Sanki daha fazla uzatma dermiş gibi bakış attı bana. ‘’ Pizzayı alıyor musunuz yoksa geri mi döneyim?’’ Bu soruyu benim yerime midem guruldayarak yanıtladı. ‘’ Tamam kalsın. Ne kadar?’’ ‘’ Parası ödendi.’’ Dedi ve pizzayı elime tutuşturup gitti.
Pizza kutusunu şimdilik masanın üzerine bırakıp giyinmek için odama gittim. Siyah bir eşofman ve gri bir tişört giydim. Canavar hareketlenmeye başlamıştı. Saat yaklaşık 11di. Bu saatte ya evde değildi yada uyuyor olmalıydı. Usulca pencereden baktım. Evinin ışıkları yanıyordu. Akşam yemeğimi – gizemli pizzamı – pencerenin önüne çektiğim masada yemeğe karar verdim. Salondan pizzayı aldım ve bilgisayar karşısına kuruldum.
Bilgisayarımı açıp maillerimi kontrol ettim. Annemden gelen bir mail vardı. Ancak 9 gün sonra dönebilecekleri yazıyordu mailde. Aklımdan geçen düşünceleri fark etmeyen bir anne ortalarda yokken, benim yaşantım daha kolaydı. Bu sırada karşıdaki evde bir gölge oldu. Yine camın önünde duruyordu. Midem guruldadı. Önümdeki pizzadan kocaman bir ısırık aldım. O sırada onunda elinde bir şey olduğunu fark ettim. Sigara mıydı? Hayır. Bir insan sigarayı yiyemezdi. Gözlerimi kısıp iyice baktım. Ağzım açık kalmıştı. Onun elindeki bir pizza mıydı!? Tamam , bu bir rastlandı olabilirdi, herkes pizzayı sever değil mi?
Göz göze geldik, tekrar. Elindeki pizzayı gösterince bende gösterdim. Pencereden ayrıldı. Ama ışık hala yanıyordu. Üzülmüştüm. Bu kadar kısa mı sürmüştü yani! Derken geri geldi. Elinde bu kez başka bir şey vardı. Sanki kağıt gibi. Kağıda bir şeyler karaladı ve kaldırdı. ‘Hediyemi geri çevirmediğine sevindim’ yazıyordu. O benimle mi konuşuyordu. Bu sefer gerçekten hayal olmalıydı. Ve daha da ilginci bu pizzayı o mu göndermişti! Belki de yemeyip sonsuza kadar saklamalıydım.
Hala pencereme bakıyordu ve ben saçma düşünceler içindeydim. Hemen etrafıma bakındım. Kağıt kalem kağıt kalem… Yok! En ihtiyacım olmadığı anda etrafımda olan kağıtlar sanki anlaşıp saklanmışlardı. En sonunda giysi dolabımın yanında bir tane buldum. ‘ teşekkür ederim. Gerçekten yediğim en lezzetli şey .’ yazdım. Güldü. Kağıdı ters çevirip gülen surat çizdim. Kahkahalarla güldü. Pencereyi açıp dışarı doğru uzandı. Pencereyi aç gibi bir işaret yaptı. Pencereyi açtım. “ Sanırım kahveye ihtiyacım var “ diye bağırdı ya da fısıldadı. Tam emin değilim çünkü o an pencereden düşmemek için sıkı sıkıya tutunuyordum. Başım mı dönüyordu. “ İstersen gelebilirsin. Bizimkiler beni terk etti.” Diye bağırdım. Aslında bağırmama gerek yoktu. Aradaki mesafe 2.5 metreden fazla değildi. Ben yinede işimi garantiye almak istedim. Bir anda pencereden kayboldu. 1 dakika sonra kapı çalındı.
Kapımdakinin kim olduğunu tahmin etmek güç değildi. Ama hala inanamıyordum. Benimle konuştuğunda sadece kibarlık yaptığını sanmıştım. Ama o benimle dost olmak istiyordu. Dost… Aklımızdan geçen düşünceler ne kadar farklıydı. Oysa ben ona sarılmak, yüzünü ezberlemek ve hayatımın her anında onun olmasını istiyordum. Yani bir dosttan daha fazlasını. Ama yinede bununla yetinebilirdim. Şimdilik. Daha sonrasını kim bilebilirdi ki? Tabi bana göre bu kadar kusursuz bir çekiciliğe sahip bir insanın mutlaka bir kız arkadaşı olmalıydı.
Koşarak kapıya gitti ve açtım. Elinde 2 fincan, üzerinde açık mavi bir gömlek vardı ve onunla uyumlu bir pantolon giymişti. Saçları rüzgarda dağılmış gibiydi. Çok çekiciydi. Yüzündeki çarpık gülümsemeden bir anlam çıkarmaya çalıştım ama onun üzerine atlamamak için kendimi zor tutuyordum. “ Özür dilerim tanışma fırsatı bulamadık. Ben Robert.” Dedi. Büyülü bakışlarını üzerime salmıştı. “ Melanie. Memnun oldum.” Elimle içeri davet ettim. Ve o da dostluğumuza, beklide aşkımıza doğru ilk adımı atmış oldu.

5 Ocak 2010 Salı

Bölüm 3

Aklımın başımda kalan kısmıyla marketten aceleyle alışverişimi yapıp eve koşarak döndüm. Olanları Josephine’e anlatmak için sabırsızlanıyordum. Anlattığımda ya bana inanamayacaktı ya da bu olayla ilgili 3 saatlik bir sorguya çekecekti.
Eve geldiğimde her zaman alışık olduğum manzarayla karşılaştım. Annem ve babam eşyalarını toplamışlar beni bekliyorlardı. Bu duruma aşina olduğum söylenebilirdi. Babamın acilen katılması gereken bir toplantı zinciri aniden ortaya çıkar, 2 saat sonraki uçağa yetişmek için evden apar topar ayrılırlardı. Sanırım o anlardan biriydi bu da.
Annemin yanına gidip sarıldım. ‘’ Bu sefer ne kadar kalmanız gerekecek? Sizi her seferinde çok özlüyorum. Çabuk dönmeye çalışın.’’ Dedim. Annemin bakışları değişti. Babamla göz göze geldiler. ‘’ Eee? Neler oluyor? ‘’ diye sordum. Babam boğazını temizledi ve konuşmaya başladı. ‘’ Sanırım yakın bir zamanda buradan taşınmak zorunda kalacağız. Yeni bir ülke bizi bekliyor gibi görünüyor. Yeni görev yerimin belli olması için gidiyoruz. Seninle sık sık haberleşiriz. Bu sefer biraz daha uzun kalabiliriz. ‘’ Şaşırmıştım. Bu olayın bir gün olacağını biliyordum ama bu kadar çabuk beklemiyordum. ‘’ Bu kadar çabuk mu? Yani.. ben daha yeni alışmıştım. Hem burayı çok seviyorum. Biraz daha uzatamaz mısın süreyi? Bahane öne sürsen yada .. Bir şeyler yapabilirsin! ‘’ Annem bu tepkime şaşırmıştı. Genelde Josephine’le vakit geçirmediğim zaman suratım asık olurdu ve benim buradan nefret ettiğimi düşünürdü. Aslında haklıydı. Buradaki insanlar gereğinden fazla zengindi ve bana çok havalılardı. – Biri hariç tabii ki. Ve onu düşündüğüm zaman suratım hiç de asık değildi. - Bu düşünceyi sonraya sakladım.
‘’Bir şeyler yapmaya çalışırım. Uçağa yetişmemiz gerekiyor.’’ Dedi babam. Sonra her ikisi de evden çıktı. Daha 20 saniye geçmemişti ki annem geri geldi. Kapıyı kapattı. ‘’ Son 2 gündür sende bir değişiklik var. Çok mutlusun ve sürekli gözün dışarıda. Sanırım karşı komşumuzu keşfettin! Unutma o senin için fazla yükseklerde. Ve senden büyük! ‘’ . ‘’ Hayır benden sadece 2 yaş büyük .’’ Bu kadın bazen 19 yaşında olduğumu unutuyordu. ‘’ Her neyse, sanırım uyarımı anladın. ‘’ Bana sıkıca sarıldı. Tam kapıdan çıkarken tekrar arkasını döndü. ‘’ Bu kez ne var? ! ‘’ diye söylendim. Gülümsedi. ‘’ Seni seviyorum kızım. ‘’ dedi ve çıktı.
Genelde toplantıları en fazla 1 hafta sürerdi. Bu sefer daha uzun sürecek derken neden bahsediyordu acaba? Bir anda aklıma daha sonra düşünmek için ayırdığım düşünce geldi. Bu düşünceyle beraber annemlerin uzunca bir süre orada kalmalarını diledim. Hemen telefonumu cebimden çıkardım. Mesajlar bölümüne girip buradaki tek dostumun numarasını tuşladım. ‘’ Hey Jo, bizimkiler penguenlere gitti. Evdeyim ve sana anlatmam gereken harika ve harika ve harika bir olay var.! ‘’ yazıp gönderdim.- Penguenlere diyorum, çünkü oradaki herkes kibarlık kırılma derecesinde ve smokin giyiyor.- Mesajı gönderdikten 30 saniye kadar sonra cevap geldi. ‘’ Kapıdayım ve çatlıyorum. ‘’ Güldüm. Kapıyı açtım .
‘’ Ee anlat bakalım. Neymiş bu harika ve harika ve harika olan şey?’’ ‘’ Önce kahvaltı yapalım. Yavaş yavaş anlatırım.’’ Diye sızlandım. Bana meraklı gözlerle bakıp içeri girdi. Kapıyı kapattım ve mutfağa girip aceleyle bir şeyler hazırlamaya koyuldum. ‘’Aç değilim! ‘’ diye bağırdı içeriden. Daha sormamıştım bile!. Eğer yemek yeseydi her şey benim için daha kolay olurdu. Ağzı dolu olduğunda bana soracak birkaç milyon sorusundan birkaç tanesini soramazdı. Hemen tost yaptım ve Jo ‘nun yanına gittim.
Derin bir nefes aldım. Sanırım çok büyük bir hata yapıyordum. İlerideki 2 3 saat sonra çok kuvvetli bir ağrı kesiciye ihtiyacım olacaktı. ‘’ şimdi , ‘’ dedim, ‘’ Öncelikle sakın çığlık atma ve sorularını kendine sakla. ‘’ meraklanmıştı . ‘’ Bu sabah markete giderken O’nunla karşılaştım. Çok çok çok harikaydı. Televizyondakinden yada resimlerinden de harika. ‘’ İç çektim. Onu düşünmek bende garip etkiler yaratıyordu. ‘’ Dur bakalım, kimden bahsediyoruz burada? ‘’ . Şaka mı yapıyordu yoksa gerçekten anlamamış mıydı. Tek kaşımı kaldırarak baktım. Önce güldü. ‘’ Hah, ciddi değilsin! Aman Tanrım sen ciddisin hem de çok! Bana her şeyi anlat ne konuştunuz, nasıldı, ne giymişti, her şeyi her detayı istiyorum.’’ Ah benim korktuğumda buydu.. ‘’ biraz sakin ol lütfen. Ben tam kapıdan çıkıyordum ki arkadan birinin geldiğini duydum. Kapıyı onun için tuttum ve bana teşekkür etti. Sonrada beni markete bıraktı ve ‘ umarım tekrar konuşabiliriz.’ dedi. Hepsi bu. ‘’ tepkisini merak ettim. Bir dakika kadar sessizlik olmuştu. Hala çığlık atmamıştı ve bu beni çok şaşırttı. ‘’ Ee , ne düşünüyorsun? ‘’ . ‘’ Sen bu dünyadaki en şanslı insan olmalısın. Sadece beni gördüğü zaman neden düşman görmüş gibi davrandığını merak ettim.’’ Ona bu konudaki teorimden bahsetmeye karar verdim. ‘’ Onu görünce ne kadar çığlık attın? ‘’ diye sordum. Çok kısa bir süre düşündü. ‘’ Birazcık… Aslında biraz daha fazla yada korkunç bir şekilde bağırmış olabilirim. Ama bunun ne önemi var ki?.’’
Akşamın geri kalan saatlerinde ona teorimi anlattım. Rob’un her mimiğini, gülüşünü değerlendirdik. Bir daha onun karşılaştığım zaman aynı şekilde yine bizim evde buluşup durum değerlendirmesi yapmayı kararlaştırdık.
Sonunda yalnızdım. Jo’dan sonra sessizliği özlüyordum. Hala biraz enerjim kalmıştı. Bende odamda birkaç değişiklik yapmaya karar verdim. İlk olarak bilgisayarımın bulunduğu masayı pencerenin önüne çektim. Böylece onu izlerken yakalanırsam bir bahanem olabilirdi. Sonuçta her insan bilgisayarla biraz vakit geçirir değil mi? Yatağımı ise pencereden en uzak yere götürdüm. Tamam ona deli gibi aşık olabilirdim ama geceler uykusuz kalmak pek de iyi bir fedakarlık değildi.
Tüm işlerim bitince banyo yapmaya karar verdim. Sıcak suyun üzerimde bıraktığı etkiyi her zaman sevmişimdir. Ama uzun uzun banyo yapacak havamda değildim. Hemen saçlarımı yıkadım. Tam banyodan çıkarken kapı çaldı. Ah Jo bu kadar unutkan olmak zorunda mıydı? Eminim onun hayatının merkezi olan cep telefonunu yada her hangi ufak bir ayrıntısını salondaki koltuğun üzerinde unutmuştu. Havluya sarınıp kapıyı açtım..

4 Ocak 2010 Pazartesi

Bölüm 2

Çok uzun bir geceydi. Gün ışıyana kadar uyuyamadım. Gözlerimi kapattığımda içimdeki yaratık kalkıp camdan bakmam için beni rahatsız ediyordu. Her gözlerimi kapattığımda içime onun isteği doluyor, hayalimde onun resmi canlanıyordu. Peki bunlar normal miydi? Hiç sanmıyorum. Kim birine karşı böyle duygular hissedebilirdi ki? Hem de bu kadar ulaşılmaz birine..
08:30 civarı uyandım. Ah ne kadar da güzel! Sadece üç saatlik uykuyla bu güzel Pazar gününden ne kadar verim alabilirdim ki! Eğer Los Angeles’da yaşıyorsanız sabahları yapacak bir çok şey bulabilirsiniz. Spor yapabilir, köpeğinizle yürüyüş yapabilir yada ünlü komşunuzu gözetleyebilirsiniz. Tabiî ki de her ne kadar son seçenek bana cazip gelse de kendime engel oldum. Şık denebilecek gri eşofman takımımı ve siyah spor ayakkabılarımı giyip kahvaltı için alışveriş yapmaya karar verdim. Dolabın karşısına geçip almam gerekenlerin bir listesini hazırladım. – Annem çok sevinecek! –
Evden ayrıldım. Merdivenlerden ikişer ikişer inerek caddeye çıktım. Hava çok güzeldi. Birkaç dakikalığına güneşin beni ısıtmasına izin verdim. Bir sokak kadar ilerlemiştim . Bir şey mi unutmuştum? Ah evet. Market için hazırladığım listeyi mutfakta unutmuştum. Aslında liste olmadan da alışveriş yapabilirdim. Sadece kendime dışarıda yalnız vakit geçirmek için bahaneler üretiyordum. Evde yalnız kaldığımda içimdeki canavar harekete geçiyor, düşüncesiyle bile beni cama yöneltiyordu. Hayır , ona izin vermeyecektim.
Yavaş yavaş yürüyerek geri döndüm. Cebimden anahtarları çıkardım. Apartmanın kapısını açıp yine merdivenlerden ikişer ikişer çıktım. Evden listeyi alıp merdivenlere yöneldim. O sırada arkamda bir kapı kapandı. Sesi duyduğum anda beynim fişi takılmış bir makine gibi ihtimaller üzerinde çalışmaya başladı. ‘’ Ya o’ysa??’’ .. ‘’ Yok canım daha neler. Herhangi bir insan sabah evinden çıkamaz mı? ‘’.. ‘’ Ah hadi ama! Seninle aynı katta 3 daire var. İlkinde sen oturuyorsun. İkinci dairede 60larında bir çift oturuyor. Üçüncü dairede ise o var. ‘’ Hayır arkama bakmak istemiyordum. Eğer o ise ne derdim? Eminim yüzüm renk değiştirirdi ve doğru düzgün konuşamadan o çekip giderdi. Bende depresyona girer hayatımın sonuna kadar asosyal bir insana dönüşürdüm.
Bu düşünceler beynimi kemirirken son merdivenden de indim. Ayak sesleri 2 3 adım arkamdan geliyordum. Kapıyı açtım. Her kimse biraz kibarlık her zaman iyiydi. Kapıyı açtım ve arkamdakinin geçmesi için tuttum. Arkamdaki gerçekle yüzleşmeye korkuyordum. Karşıdaki parka dikmiştim gözlerimi. ‘’ Teşekkürler’’ dedi kadife gibi bir ses. Oydu! Hemen yanımda dikiliyordu ve bana gülümsüyordu. Beynim bu sırada ‘’ Ben sana söylemiştim ‘’ diyerek dalga geçiyordu benimle. ‘’ Önemli değil ‘’ demek istedim ama sesim beklediğimden de kısık çıktı. Ben bile zor duymuştum. Bu kez daha geniş gülümsedi. Donmuş muydum? Niye hareket edemiyordum. ‘’ Hey! Nereye gidiyorsun? ‘’ bana mı sormuştu?
‘’ Ben mi ? Şey.. ben – nereye gidiyordum ki – kahvaltı için alışverişe gidiyorum..’’ ‘’ En yakındaki market 1 km uzakta biliyorsun. İstersen seni bırakabilirim. Sete gitmeden önce 15 dakika fazladan vaktim var ‘’ dedi ve gülümsedi. ‘’ Olur , teşekkür ederim. Beni ve bacaklarımı kurtardın. ‘’ Yine saçmalamaya başlamıştım. Benim yorgun bacaklarım şu an bahsetmem gereken son şeydi.
Garaja kadar yürüdük. Kafamı kaldırıp bakmaya utanıyordum. Çünkü onun yüzüne baktığım zaman az çok yüzümün şeklini tahmin edebiliyordum. Ya ağzım açık onu izlerdim yafa 32 diş sırıtırdım. Buna gerek yoktu. Yanımdaki gölgesini görmek bana yetiyordu.
Garaja geldiğimizde arabasının kapısını açtı. ‘’ Bin ‘’ diye emretti. Ön koltuğa oturdum. Hemen bir CD yerleştirip bilmediğim bir şarkıyı mırıldanmaya başladı. Sesi biliyordum. Van Morrison. Arabayı incelemeye başladım. Çok sade bir arabaydı. Milyon dolarlık bir oyuncuların altında Ferrari yada Jaguar görmeye alışkın olduğumdan bu basit lacivert Ford arabayı garipsemiştim. Gözlerini bana dikti. ‘’ Umduğun kadar lüks değil, değil mi? ‘’. Ne cevap verebilirdim. Yakalanmıştım. ‘’ Hayır .. Ben sadece… Neden bu kadar küçük bir apartmanda yaşadığını ve böyle basit bir araba kullandığına anlam veremedim. Sonuçta sen son 2 yıldır en çok aranan oyunculardansın. Ve filmlerden çılgınca para kazanıyorsun. Daha iyi şartlarda olmanı beklerdim. ‘’ İtiraf edeyim dün uyuyamadığım saatlerde bilgisayarımdan biraz araştırma yapmıştım. Robert Pattinson hayran siteleri, ödüller, ona deli olan kızlar.. Bu dünyada ondan haberi olmayan tek dişi bendim sanırım.
Bu sırada arabayı kenara çekti. Soruma cevap vermemişti. ‘’ Sanırım geldik. Umarım daha sonra tekrar konuşabiliriz. ‘’ diyerek gülümsedi. Yine yapmıştı. Bu dehşet gülümsemesiyle beni büyülüyordu. O güldüğünde ben her şeyi unutuyordum. Şu anda arabadan inmeyi unuttuğum gibi. Saatine bakınca utandım. Onu meşgul ediyordum. ‘’ teşekkür ederim. Seninle tanışmak ve konuşmak güzeldi’’ dedim ve arabadan indim. Ben marketin kapısından girene kadar araba oradan uzaklaşmadı. Bir an için arabaya koşup ona sarılmak istedim. Ama o zaman benim diğer hayranlarından ne farkım kalırdı ki?
Soruma cevap vermedi ama ben anlamıştım. O ünlü hayatından çok ünlü olmadan önceki hayatını ve gizliliğini istiyordu. Etrafında çığlık atan hayranlar yada çılgın paparazziler değil.
Kendi kendime güldüm. Eminim Josephine onu gördüğü zaman 4 oktavlık bir çığlık atmıştır. Şimdi neden onu görünce o kadar soğuk bir tavır takındığını tahmin edebiliyordum. Madem oyunu böyle oynamak istiyordu. Tamam bende vardım. Ona özgürlüğünü verecektim…

Bölüm 1

İngiltere.. Amerika’da ki evimden sonra çok yabancıydı bu kent bana. Daha yeni ayak uydurmuşken yeni bir kültür. Yeni insanlar, yeni bir çevre, yeni bir okul… Ne zaman bitecekti bu yolculuklar..
Babamın mesleğinden ötürü – kendisi büyük elçidir – 2 yılda bir taşınmak zorundayız. Ne zaman güzel arkadaşlar edinsem , onlara alışsam ayrılmak zorunda kalacağımı bilirim. İlk başlarda bu beni pek ilgilendirmezdi. Sosyal bir insandım. Ama giderek arkadaşlarımdan ayrılmak bana büyük bir acı vermeye başladığında arkadaş edinmemeye karar verdim. Giderek içime kapanık bir insana dönüştüm. O’nunla tanışana kadar.
O benim hayatımdaki ilk erkekti – o zamanlar ilk ve son olduğunu nereden bilebilirdim - . Amerika’ya taşındığımız ilk aydı. Babama bir arkadaşı Los Angeles’da bir apartman dairesi önermiş, biz de oraya taşınmıştık. Apartmanda arkadaşlık kurduğum bir kız vardı. Josephine. Onunla boş vakitlerimizde evde oturur film izlerdik. Bir gün elinde bir DVD ile geldi. ‘’ Bunu izledin mi? ‘’ diye sordu. DVD yi elime aldım. Başlığı okudum. ‘’ The Twilight Saga ‘’ . ‘’ Hayır. ‘’ diye yanıt verdim. Bana soran gözlerle bakmaya başladı. Sanki izlememem büyük bir ayıpmış gibi. Hemen televizyonu açıp DVD yi yerleştirdi. Film başladı. Josephine film boyunca tek kelime etmedi ama zaman zaman yüzüme bakıyordu. Sanırım tepkimi ölçmek istemişti. Dürüst olmak gerekirse başroldeki çocuk – Edward Cullen – tam anlamıyla nefes kesiciydi. Yürüyüşü, bakışları, gülüşü… Film bittiğinde Josephine ‘’ Eee, ne düşünüyorsun? Çocuk çok hoş değil mi? Ahh Robert Pattinson.. Çok yakınımda ama ona asla ulaşamıyorum. Onunla bir gün geçirmeyi o kadar çok isterdim ki..’’ dedi. Şaşırmıştım . Çok mu yakındaydı? ‘’ Evet çocuk çok hoş. Ama çok yakında derken neyi kast etmiştin anlayamadım? Yoksa onu tanıyor musun? İnanamıyorum eğer öyleyse çok şanslısın! ‘’ Heyecanlanmıştım. Robert Pattinson’la tanışmak . Vay! Onu bir filmde göreli 15 dk. olmuştu , ama yıllardır ona aşıkmışım gibi hissetmeye başlamıştım bile. Şimdi Josephine’ye filmi izlemediğimi söylediğimde neden bu kadar şaşırdığını anlamıştım. Bu filmi izlememek bir pırlantayı çöpe atmak gibi bir şeydi.
Benim beynim bu sorularla uğraşırken Josephine’nin hala sorumu yanıtlamadığını fark ettim. Öksürdüm ‘’ Afedersin ama hala bir yanıt bekliyorum. Çok yakında derken ne demek istedin? ‘’. Bir anda ayağa kalktı. Kolumdan tutup beni odama götürdü. Pencereyi açtı ve çapraz daireyi işaret etti. Aklım karışmıştı. ‘’ Eee. Ne demek bu? ‘’ sordum. ‘’ Hala anlamadın mı şapsal! Aynı apartmandayız. Hemde çapraz dairede. Siz buraya taşınmadan 5 ay önce taşındı. O kadar sessiz sakin taşındı ki. Eşyalarını taşıdığını bile göremedik. Oraya biri taşındığını ancak annem söylediğinde fark ettim. Daha sonra bir gün apartmanda karşılaşınca anladım. O çok yakışıklı farkındayım. Birkaç kez gidip selam vermeye çalıştım ama her seferinde yüzüme bakmadı ve utandım. İnsanlara sanki düşmanmış gibi yaklaşıyor. Klasik ünlü işte !!! ‘’ . Klasik ünlü işte .. Onun bu görüşüne katılmıyordum. İçimden bir ses onun aslında çok sıcak kanlı olduğunu, böyle davranmasının başka bir nedeni olduğunu söylüyordu.
Başımı kaldırıp daireye baktım. Pencerelerde perde yoktu. Duvarlar boştu. Sadece bir gitar görünüyordu pencereden. Evin içini hayal etmeye çalıştım. Bir koltuk, bir lamba, çift kişilik kocaman bir yatak – oyuncuların çok yorulduklarını biliyorum - . Ama bu çok saçmaydı. Daha bir kez bile karşılaşmamıştık. Onun varlığından 30 dakika önce haberim olmuştu. Böyle şeyler düşünmemeliydim. O bana çok uzaktı. Soğuk , zengin, yorgun bir film yıldızı. ( Ayrıca çok yakışıklı!)
O gece yatağa yattığımda uzun uzun düşündüm. Belki onunla karşılaşırsam tanışabilirdim. Filmde hayranlıkla izlediğim gülüşünü canlı canlı yaşayabilirdim. Bu düşünceler beni rahat bırakmadı. Ne yaparsam uyuyamadım. Kalbim nedense bir garip çarpıyordu. Saate baktım. 03:45. Sabah olmak üzereydi. Kalktım. Cama doğru yürüdüm. ‘’ Bu çok saçma , bu çok saçma ‘’ diye söylendim kendi kendime. Bu saatte onun evine bakıp ne görebilirdim ki. İğrenç paparazziler gibi hissettim bir an kendimi. Bu düşünce gülmeme sebep oldu. Elinde son model kamerasıyla ünlülerin evlerini dikizleyen o paparazziler. Eğer çapraz dairenizde özenerek yaratılmış , dünyadaki en muhteşem erkek varsa bu kadar da kötü bir fikir değildi .
Perdemi açtım. O da neydi? O muhteşem yaratık camı açmış sigara içiyordu. Kıyafetleri gündelikti. Sanki eve yeni gelmiş gibi. Yorgun görünüyordu. Sigarasından derin bir nefes aldı. O kadar kusursuz görünüyordu ki. Ağzım açık izlediğimden emindim. O anda başını kaldırdı ve bana baktı. ‘’ Lanet olsun! ‘’ diye geçirdim içimden. Hemen geri çekildim . 2 saniye de olsa göz göze gelmiştik. Utanmalı mıydım, sevinmeli miydim? Ah bilmiyorum, ama o gerçekten buradaydı. Hemde bana bu kadar yakındı. Derin bir nefes aldım ve onun penceresine baktım. Hala oradaydı. Benim pencereme bakıyordu. Acaba nasıl görünüyordum. Saçlarım nasıldı? Korkunç olduğum kesindi. Hafifçe gülümsedi. Tanrım! Tahminimden de etkileyiciydi. Bende hafifçe gülümsemeye çalıştım ama 32 dişimi göstererek gülümsediğimi fark ettim. Olamaz. İlk kez onu görüyordum ve kendimi rezil etmek üzereydim. Sigarasını söndürdü. Hala ona bakıyordum. Ellerini yanağının yanında birleştirdi ve başını yana eğerek uyku anlamına gelen işareti yaptı. Bende aynı işareti yaptım. Sonra pencereden kayboldu. Bende perdemi kapatıp yatağıma döndüm. Bu gece uyuyamayacağım kesindi. Acaba yarın gece ne olacaktı? Onunla karşılaşacak mıydım? O muhteşem varlığın rüyama girmesi için dualar ederek yatağıma yattım..

hande&hande

Julie & Julia kitabından çok etkilenmiş olsam gerek bende Hande & Hande projesi geliştirdim. Hikaye uydurma yeteneğimi .. her neyse detaylar o kadar önemli değil. işin aslı ben her gün bir hikayenin bölümünü yazıcam. belki çok slak belki çok saçma olacak. belki hiç kimse beğenmicek ama ben bunu yapıcam!!!! koydum aklıma. Umarım bign biri duyar bu tuş sesini. hıh .. 15 dk sonra görüşürüz. ilk bölümle..