Uyandığımda saat 3 olmak üzereydi ve bu hala havada olduğumuz anlamına geliyordu. Kulaklıkları kulağımdan çıkarıp iPod’u kapattım. Basınçtan ve yüksek sesli müzikten kulaklarım iyice ağrımıştı. Anneme baktım, uyuyordu. Ona değmeden kemerimi çözüp tuvalete gittim. Korkunç göründüğüm kesindi. Neden hostesin bana afallamış olarak baktığını şimdi anlıyordum. Soğuk suyun iyi gelmesini dileyerek yüzümü yıkadım.
Biraz sonra tuvaletten çıkıp yerime döndüm. Camdan dışarıyı izlemeye başladım. Aslında tam olarak bulutların üzerinde olduğumuz söylenemezdi. Hatta etrafımız bulutlarla kaplıydı ve bu bulutlar o şirin bulutlardan değildi. Uykudan tam olarak uyandığımda fırtınanın ortasında olduğumuzu fark ettim. Zaten yükseklik korkum olması yeterince berbat değilmiş gibi bir de fırtına vardı. Korkumdan kemerimi sıkı sıkıya bağladım.
Aradan 10 dakika geçmeden fırtına yüzünden acil iniş yapmak zorunda olduğumuz anons edildi. Korkuyla annemi sarsarak uyandırdım. Anlamamış gözlerle bana baktığında durumu açıkladım. Kendi kendine söyleniyordu. Duymazdan geldim. Daha şimdiden klostrofobimi hissedebiliyordum. Tam da zamanıydı. Gözlerimi kapatıp derin derin nefes aldım.
Uçak iyice alçaldığında rahatlamıştım bende. Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde rahatlamam iyice yayıldı vücuduma. Artık bu kapalı kutudan çıkmak istiyordum. Ayrıca çok da acıkmıştım. Üzülmek beni yoruyordu… acaba Rob’u aramalı mıydım? Niye saçmalıyordum ki. Tabi ki arayacaktım. O benim sevgilimdi. Gereksiz ağlamalarımla iyice üzmüştüm onu. Sanırım oldukça pişmandım.
Uçağın kapıları açıldığında annemi de peşimden sürükleyerek çıktım uçaktan. Annemi karşıma çıkan ilk restoranda bıraktıktan sonra tuvalete gittim. Saçlarımı dağınık olarak topladıktan sonra çantamın içinde telefonumu aramaya başladım. Gerekli gereksiz her şey vardı ama telefonum yoktu. Sonunda beynim olaya el koydu ve telefonumun cebimde olduğunu söyledi. Avucumun içiyle alnıma vurdum. “Ne kadar dalgınım.” Diye söylendim. Bu sırada tuvaleti temizleyen kadın bana ters ters baktı. Küçük bir selam verdikten sonra telefonumu açtım. Rehberden numarasını aradım. Rob, Rob, Rob… ah işte burada. Birkaç kez çaldıktan sonra telefonu açtı. “Mel, iyi misin? Bu kadar çabuk ulaşmamanız gerekiyordu? Bir şey mi oldu yoksa? Mel cevap ver.” Eğer susarsa tabi ki de cevap verecektim. “Rob, sakin olur musun lütfen. Ben iyiyim. Sadece fırtına yüzünden uçak Amsterdam’a inmek zorunda kaldı. Sanırım geceyi burada geçireceğiz.” Derin bir nefes verdiğini duydum. “Ben sadece endişelendim özür dilerim. Seni çok özledim.” “Biliyorum Rob, bende seni çok özledim. Şimdi kapatmalıyım. Biraz yemek yemem lazım.” “Tabi aşkım. Yeni hayatının keyfini çıkar. Her yarım saatte seni arayacağımı unutma. Seni seviyorum.” “Deli.” Telefonu kapattım.
Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Annemin yanına gittiğimde yüzüm gülüyordu. Beni mutlu görmek onu da mutlu etmiş olsa gerek yüzüne muazzam bir gülümseme oturttu. “Deli gibi açım. Ne sipariş ettin?” “Benim için salata, senin için de kocaman bir hamburger!” sevinçle ellerimi çırptım. Kendimi yeniden beş yaşında gibi hissediyordum.
Siparişlerimiz geldiğinde ikimizde konuşmadan yemeklerimizi yedik. Çok aç olmalıydım ki o kocaman hamburgeri hiç durmadan beş dakika içinde bitirmiştim. Arkama yaslandım. “Bu çok iyi geldi anne. Teşekkür ederim.” Annem yüzünde gereksiz derecede geniş bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Uçak yolculukları onu her zaman etkilemiştir. Bu gülümsemesinin sebebini yorgun olmasına bağladım ve geçiştirdim. Annem de yemeğini bitirdikten sonra hesabı ödeyip kalktık. Alışveriş yapmak istediğini söyledi. Ona eşlik edecek enerjim yoktu ama yapacak bir şey de yoktu. Uykumu da yeterince almıştım. Peşine takıldım.
Birlikte her mağazaya girip bir şeyler denedik. Liseli kızlar gibi gülüyorduk. Onunla uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim. Kol kola çıktık mağazadan. Annem benden daha çılgındı. Hatta ben onun annesi gibi görünüyor bile olabilirdim. Her girdiği mağazada her şeyi almak istiyordu. Babamın kredi kartı ekstrelerini görünce kalp krizi geçirmemesi için dizginlemeye çalıştım. “Anne yeter artık.”
Aynı sıralarda hava şartlarının düzeldiğini, uçakların yeniden kalkışa hazırlandıkları anons edildi. Neredeyse tüm havaalanıyla birlikte uçağa bindik. Yarım saat kadar sonra tekrar havadaydık. Uyumaya çalıştım ama uykum yoktu. Kulaklarım ağrıdığı için müzik dinlemek de istemiyordum. Evden çıkarken yanıma kitabımı almış olmalıydım. Çantama baktım yoktu. Annem sormam en iyisiydi. “Anne, kitabımı sen mi aldın?” “Hayır. Arabada koltuğa koymuştun en son. Yoksa bulamıyor musun?” “Neyse, önemli değil.” Kitabım da kayıp olduğu için gözlerimi kapatıp hayal kurmaya başladım.
Bugün kendimi çocuk gibi hissettiğimden çocukça hayaller kurmaya başladım. Ev, evlilik, aşk. Daha sonra hayallerim kabusa dönüştü. Bir şeyi arıyordum ama ne aradığımı bilmiyordum. Düşünmeye zorluyordum kendimi ama zorladıkça etraf kararıyordu. En sonunda zifiri karanlığın ortasından kaldım. Bağırmaya çalıştım ama kimse beni duymuyordu. Arkamda birinin varlığını hissettim. Sıcaklığını ve nefes alışını duyabiliyordum. Aniden arkama döndüm ama kimse yoktu. Karanlıkta etrafıma bakındım. İleride bir gölge gördüm. Ona doğru yavaş yavaş yürüdüm. Yanına geldiğimde bakındım ama hiçbir şey yoktu. Aniden biri kolumdan tuttu.
Koltuğumdan adeta sıçradım. Kolumdan tutan annemdi. Hayal kurarken uyuyakalmış olmalıydım. Tüm kıyafetlerim ve saçlarım sırılsıklam olmuştu. Buz gibi terlemiştim. “Hayatım sanırım kabus görüyordun. Bir şey yok. Her şey geçti.” Kendime gelene kadar sessizce oturdum. Uçak inişe geçmişti. Kemerlerimizi bağlamamızı anons ettiler. Annem bu yeni hayat için benden
daha çok heyecanlıydı.
Uçağın kapıları açıldığında beni sürükleyen bu kez annem olmuştu. Hemen bavullarımızı aldık. Gelen yolcu bölümünde babam bizi bekliyordu. Annemle birbirlerine sıkıca sarıldılar. Beni de burada bekleyen biri olsaydı keşke. Babam annemden ayrıldığında bana da sarıldı. Dikkatimi ona vermemiştim. Kendi dünyamdaydım ama babam benim onu dinlediğimi sanarak heyecanla yeni evimizi anlatıyordu. Bir ara annemle birbirlerine bakıp göz kırptılar. Bu küçük ayrıntıyı yakalamıştım işte. “Hey anlatın bakalım. Burada neler dönüyor?” annemin yüzünde yine aynı gereksiz mutlu ifade vardı. Gözlerimi devirdim ve arkalarından yürümeye devam ettim.
Annem ve babam yol boyunca bir bana bir birbirlerine bakıp güldüler. Bir ara annem “Bu çok hoşuna gidecek” gibi bir şey mırıldandı. İyice canım sıkılmıştı artık. Bir şeyler vardı ve benden gizliyorlardı. En yakın zamanda bunu öğrenmeliydim.
Yarım saatten fazla süren bir yolculuktan sonra eve varmıştık. Gerçekten de anlattıkları kadar güzeldi. Yeşil bir bahçesi vardı ve 2 katlıydı. Dışarıdan oldukça şirin görünüyordu. Babam heyecanla gidip önden kapıyı açtı. Eve tüm eşyalar yerleştirilmişti. Duvarlar şarap rengindeydi ve mobilyalarla oldukça uyumluydu. Babam ahşap merdivenleri göstererek “Yukarıdaki büyük odayı senin için hazırlattım. Kendi banyosu ve geniş bir dolabı var. Ayrıca merdiven altındaki bölmeyi de küçük bir kütüphane haline getirdim.” Vay. Babamın bu kadar yaratıcı ve düşünceli olduğu aklıma gelmezdi hiç.
Babam bize evi gezdirirken kapı çalındı. “Sanırım komşularımız geldi. Mel lütfen kapıya bakar mısın?” cevap vermeden merdivenlerden inip kapıyı açtım. Sevimli bir çift karşımda duruyordu. “Merhaba tatlım. Sen yeni komşumuz olmalısın.” Erkek olan elini uzattı. “Ben Richard, bu da eşim Clare.” En şirin gülümsememle karşılık verdim onlara. Çok tatlı bir çifttiler. “Merhaba bende Melanie. Sizinle tanıştığıma memnun oldum.” “Richard, Clare hoş geldiniz. Sanırım kızımla tanıştınız. İçeri girin lütfen.” Babam onlarla daha önce tanışmış olmalıydı. Çift içeri girdi. Annemle sıkı bir tanışmadan sonra kahve hazırlamak için mutfağa gittim. Bu sırada salonda koyu bir muhabbet vardı.
Kahveleri tepsiye yerleştirdim. Mutfağın kapısından çıkarken dondum. Daha sonra kahve bardakları düştü elimden. Demek bu gülümsemelerin hepsinin nedeni buydu. Richard konuştu. “Demek Los Angeles’da oğlumla aynı apartmandaydınız. Onu görmeyeli uzun zaman oldu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder