21 Ocak 2010 Perşembe

Bölüm 14

Yaklaşık 1.80 boylarında sarışın kahverengi gözlü bir çocuk duruyordu arkamda. Oturduğum yerden kalkıp uzattığı elini tutup selamlaştık. “Merhaba.” “Ben Marc. Dün gece taşındığını gördüm. Gelip tanışmak iyi olur diye düşündüm.” “Melanie bende. Memnum oldum. Evet sanırım burada bir arkadaş hiç de fena olmaz.” İkimizde güldük. Bu çocuğa şimdiden kanım ısınmıştı. Aslında yakışıklı denebilecek bir yüzü vardı. Yüz hatları belirgindi. Güldüğü zaman da gözleri çok güzel görünüyordu. Eğer Jo olsaydı mutlaka ağzının suyu akarak bakardı çocuğa. Belki bir resmini çekip gönderirdim yada Jo geldiğinde –gelecekti çünkü bana söz verdi- onların arasını yapabilirdim.

“Sana etrafı dolaştırmamı ister misin? Burası oldukça geniş bir bölge ve tüm evler birbirinin aynısı. Bazen ben bile yanlış eve gidebiliyorum.” “Tabi olur.” Yürümeye başladık. Marc etraftaki sokakları, cafeleri, marketleri ve sinemaları gösteriyordu. Bense Rob’u düşünüyordum. Burası onun çocukluğun geçtiği yerdi ve ben yanımda Marc yerine onun olmasını tercih ederdim. “Sence de harika değil mi Mel, umarım sana Mel dememde bir sakınca yoktur.” Onu dinlemiyordum ki, ne cevap verecektim şimdi? “Üzgünüm dalmışım. Tabi ki Mel diyebilirsin. En son ne demiştin?” “Robert Pattinson diyorum. Hani şu herkesin peşinden koştuğu seksi vampir! Ah sakın bana bilmiyorum deme.” Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Ah Robert Pattinson. Birkaç kere Los Angeles’da görmüştüm. Evet hoş biri.”

Yalan söylediğim anlaşılmasın diye etrafa bakmaya başladım. O bana soru sormaktan vazgeçince bende onu dinlemekten vazgeçtim. “Kaç yaşındasın?” diye sordu bir ara. “19” otomatik olarak cevabımı verdim. “Ya sen?” “18’im gelecek ay bitiyor. Harika bir parti vereceğim. Mutlaka gelmelisin.” Tabi en çok istediğim şey bir partiye katılmaktı.(!) “Tabi orada olacağıma emin olabilirsin.” Yürümeye devam ettik.

Yağmur çiselemeye başladığında bizde eve dönüyorduk. “Ah hadi ama! Neden yağmak zorunda ki?” Marc anlamsız gözlerle bana baktı. “Yağmuru sevmiyor musun? Üzgünüm tatlım ama buna alışmak zorundasın. Burası Londra.” Sıkıntıyla gözlerimi devirdim. “Bu lafı daha ne kadar duymak zorundayım.” Diye mırıldandım kendi kendime.

Eve gelene kadar sırılsıklam olmuştum. “Ben tam şu evde oturuyorum.” Eliyle karşı sıradaki 3. evi gösterdi. “İstediğin zaman gelebilirsin.” Başımı tamam anlamında salladım. “Sanırım sen evimin nerede olduğunu biliyorsun.” Eliyle tamam işareti yapıp kendi evin doğru koştu. Eve girdim.

“Nereye kayboldun Mel? Cep telefonunu yanına almamışsın. Birkaç kere çaldı ama bakmadım.” Lanet olsun. Koşarak odama çıktım. Rob iki kez aramıştı. Ben onu arayacakken telefonum tekrar çalmaya başladı. Çalar çalmaz yanıtladım. “Mel?” “Ah, Rob üzgünüm. Telefonumu yanıma almayı unutmuşum.” “Önemli değil tatlım sadece biraz endişelendim. Bu arada iki hafta sonra geliyorum.” “Gerçekten mi? Yani sen gerçekten geliyor musun? Tanrım bu duyduğum en harika haber.” “Sevinmene sevindim. Bu kadar sevineceğini bilseydim daha önceden haber verirdim.” Annem bana seslendi. “Üzgünüm, şimdi kapatmalıyım. Anneme yardım etmem lazım. Seni seviyorum.” “Bende seni seviyorum.” Koşarak aşağıya indim.

“Evet geldim ne istiyorsun?” Camdan dışarı bakarak “Dışarıda seni biri bekliyor.” Dedi. Bakışlarında soru soran bir ifade vardı. Camdan baktım. Marc dışarıda duruyordu. “Ah, O mu… Biraz önce tanıştık. Oldukça şirin biri. Benden sadece birkaç ay küçük.” Evlerini gösterdim. “Orada oturuyor. Belki bir ara onları ziyaret edebiliriz.” “Tabi tatlım sen nasıl istersen. Hadi şimdi onu bekletme. Acelesi var gibi görünüyor.”

Kapıyı açtım. “Hey Marc, bu kadar çabuk görüşmeyi beklemiyordum. İstediği hediyeyi almış çocuk gibi gülümsüyordu. Elindeki sarı kağıtlardan birini bana uzattı. Kağıdı alıp üzerindeki yazıyı okudum. “Londra Tiyatro Akademisi. Son başvuru tarihi: 18 Haziran.” Yani iki gün sonra. “Bunu neden bana getirdin ki?” gözlerini devirdi. “Düşündüm de ikimizin de yapacak hiçbir şeyi yok. Denemekten bir zarar gelmez. Hem kabul edilirsek çok eğlenceli olur.” “Tamam sen kazındın. Seçmelere ne zaman gidiyoruz?” Elleriyle yolu gösterdi. “Şimdi? Tabi sana uygunsa.” “Tabi. Anneeee!!!” koşarak mutfak camına gittim. “Ben tiyatro için seçmelere gidiyorum. Seni ararım.” Eliyle git işareti yaptı.

Koşarak Marc’ın yanına döndüm. Koluna girdim. Hızlı adımlarla yürümeye başladık. “Benim hiç deneyimim yok. Ne yapacağız?” omuzlarını silkti. “ Belki doğal yeteneğimiz vardır. Orada çok komik görüneceğiz. Herkes elindeki yazıları okurken biz umursamayacağız. Belki de bizi kovarlar.” “Belki de…” dedim. İkimizde güldük.

“İşte geldik.” Dedi. Kocaman görkemli bir binanın önünde durduk. Binanın duvarlarında altın sarısı işlemeler vardı. Beyaz taş merdivenlerin üzerinde kırmızı halı vardı. “Bayanlar önden.” Dedi Marc. Bende ünlü bir oyuncu gibi saçlarımı savurup elbisemin eteklerini tutuyormuş gibi yaparak merdivenlerden çıktım. “Sende yetenek var. Bunu görebiliyorum. Oyuncu olmak için yaratılmışsın.” Gülerek omzuna vurdum. “Hadi ama geç kalacağız. Ben bu işten vazgeçmeden gelsen iyi olur.” Kapıdan girdik. İçeride onlarca oyun afişi vardı. Binanın içi o kadar güzeldi ki ağzım açık kalmıştı.

“Nasıl yardımcı olabilirim?” Beyaz saçlı bir kadın bize doğru yaklaşıyordu. Elimdeki ilanlardan birini ona uzattım. “Biz bunun için gelmiştik. Denemelere katılmak istiyoruz.” “Tam zamanında hayatım. Son adaylar da çıkmak üzere.” Bu sırada kapıdan bizim yaşlarımızda 7 kişi çıktı. “Siz girin.” Dedi bizi kapıya yönlendirerek.

Kapıdan girdiğimizde spot ışıkları yüzünden gözlerim kamaştı. Jüri üyesi olduğunu düşündüğüm kişilerden biri sahnenin önüne geldi ve bize birer metin verdi. “Buyurun lütfen, sizi izliyoruz. Heyecanlanmanıza gerek yok.” Zoraki bir gülümsemeyle kağıtları aldım. Birini Marc’a verdim. Ve rollerimizi oynamaya başladık. Metin çok kolay ve eğlenceliydi. Kendimizi kaptırmıştık. “Bu kadar yeterli. Doğru söylemek gerekirse harikaydınız. Düşünmeye gerek yok. Cuma günü saat beşte ilk çalışmalarımız başlıyor. Geç kalmamaya çalışın.” Marc’la birbirimize sarıldık.

Elimdeki metini jüriye vermek için sahnenin kenarına yaklaştım. Aynı anda ayağım burkuldu ve spot ışıkları yüzünden başım döndü. Ben dengemi toplayamadan sahneden aşağı düştüm. Etraf yavaş yavaş karardı. Bayıldığımı sandım ama etraftaki sesleri ve başımdaki sıcaklığı hissedebiliyordum. “Melanie, Tanrım birisi yardım etsin.” Diye bağırdı Marc. Ben iyiyim demeye çalıştım ama uyku şu an daha tatlıydı.

Hiç yorum yok: