28 Ocak 2010 Perşembe

Bölüm 16

Omzuma dokunan elin sayesinde uyandım. “Tatlım, seni görmeye gelenler var.” Oflayarak doğruldum. Elinde kocaman bir demet çiçekle Clare ve Richard içeri girdiler. “Geçmiş olsun güzel kız. Yaralandığını duyunca gelmek istedik ama Rob bize seni uyuttuklarını söyledi. Bizde uyanmanı bekledik. Richard, çiçekleri Melanie’ye ver lütfen.” Yavaşça çiçekleri kucağıma koydu. Bunlar gerçekten harika kokuyorlardı. “Teşekkür ederim. Bunlar gerçekten… harikalar. Geldiğiniz için çok sevindim.” Clare yatağın yanındaki koltuğa oturunca uzanıp elimi tuttu. “Önemi yok tatlım. Artık sende aileden sayılırsın. Değil mi Richard?” Adam camdan dışarı bakıyordu. Sanki bir robot gibi Clare’nin sorularına otomatik olarak cevap veriyordu. “Sen onun kusuruna bakma. Sadece biraz endişeli. Babaları bilirsin.” Başımı salladım. Endişelenmesi normal bir şey değil mi?

“O nerde?” diye sordum. Telefonla konuşmak için çıkmıştı ve hala dönmemişti. Clare umursamaz bir tavırla etrafına bakmaya devam etti. “Bir arkadaşıyla görüşmesi gerekiyormuş. İş ile ilgili olduğunu söyledi.” Tahmin ettiğim gibi iş. Biz sohbet ederken hemşire odaya girdi. “Ziyaret saati bitti. Şimdi hastamızı biraz yalnız bırakalım. Ayrıca yarın sabah taburcu olacak, o zaman bol bol sohbet edersiniz. Şimdi uyku vakti.” Bu insanlar benden daha ne kadar uyumamı bekleyeceklerdi ki. Son bilmem kaç gündür durmadan uyuyordum. “Geldiğin için teşekkür ederim Clare, ve sana da Richard.” Bana gülümseyip odadan çıktılar.

Hemşire ilacı hazırlarken bana sorular soruyordu. “Çok seviliyorsun bence. Dışarıda o kadar çok insan vardı ki, onları buradan uzaklaştırmak çok zor oldu. He bir de gazeteciler vardı, sanırım şu oyuncu yüzünden. Herkes kafayı takmış durumda, benim yeğenim henüz on yaşında ve ona deli gibi aşık. Çok şanslısın hayatım.” Gazeteciler olayını hastaneden sonraya bıraktım. Hala konuşmakta olan hemşireye gülümsedim. Elindeki iğneyi seruma batırıp ilacı enjekte etti. “Dinlenmene bak, o kalabalık yarın evinde olacak gibi görünüyor. İyi uykular.” Omzumu sıvazlayıp odadan çıktı. Kapının kapanmasından sonra derin nefesler alıp rahatladım. İlaç etkisini göstermeye başlamıştı bile.

“Kalk bakalım uykucu. Gitme vakti.” Annem elinde bavulumla odadaki eşyaları topluyordu. Yatağın üzerine giyebileceğim tek kıyafet olan toz pembe bir elbise fırlattı. Elbiseyi alıp havaya kaldırdım. “Tek başıma giyebileceğimi sanmıyorsun değil mi?” oflayarak yanıma geldi. Üzerimdeki aptal hastane kıyafetini çıkartıp elbiseyi giydirdi. “15 senedir seni giydirmiyordum. Pratik yapmam lazım.” Gülmeye çalıştım. Elbiseye göz attım. Eğer hava sıcaksa oldukça uygun bir giysiydi. Dizlerimin üzerine kadar uzanıyordu ve kalın askıları vardı.

“Böyle bir elbisem olduğunu hatırlamıyorum. Ben burada sürünürken alışveriş mi yaptın sen?” Anneme bağırmaya başladım. Yüz ifadesi şok olmuş gibiydi. O kadar komik görünüyordu ki. Gülmeye başladım. “Şaka yaptım!” Başını çevirdi. Elini pantolonun arka cebine sokup elbiseyle aynı renkte bir kağıt parçası çıkarıp bana uzattı. “Bu da sana!” kağıdı alıp okudum; ‘Sanırım seninle sevdiğin renkler konusunda konuşmamız gerekecek. Evde görüşürüz. Seni seviyorum. R’ Yazdığını okuyunca sinirlendim çünkü en son telefonla konuşmak için odadan çıkmıştı ve ortalarda yoktu. Ne haltlar karıştırıyordu bu çocuk. “Bittiyse çıkalım Melanie.” Dedi annem. Bana genelde sinirli olduğu zamanlar Melanie derdi. Umursamadım çünkü berbat bir oyuncuydu ve aklı sıra beni kandırmaya çalışıyordu. “Anne, biliyor musun, korkunç bir oyuncusun. İki yaşında bebek bile bu tavırlarına inanmaz.” Gülümsemesini bastırmaya çalıştığı belliydi. “Yürü bakalım.” Bana uzattığı koluna tutunup odadan çıktım.

Odanın önünde dünkü hemşire tekerlekli sandalyeyle bekliyordu. “Hey, buna bineceğime inanmıyorsunuz değil mi? Bana öyle bakmayın. Hayır asla… beni bunla dışarı çıkartamazsınız. Anne engel olur musun lütfen!!!” kimse itirazlarımı dinlemeden beni sandalyeye oturttular. Küçükken hep bunlara oturmak istemiştim ama şimdi çok utanç vericiydi. Ayağım kırık olabilirdi, sakat kalmamıştım. Hala yürüyebilirdim. Sandalyeyi iten hemşireye acıdım. Benim dırdırlarıma 2 dakika boyunca katlanmak zorunda kalmıştı. Babamın siyah Chrysler’ine bindiğimde camdan dışarı bağırarak hemşireye teşekkür ettim. Zoraki olarak gülümsedi ama daha sonra gözlerini devirdiğini gördüm. Arkasından dil çıkarıp pencereyi kapattım.

Annem hala arabanın dışındaydı. “Anne gelmiyor musun? Eve gitmek için deliriyorum.” Bıkkın bıkkın nefesini verdi. İşaret parmağıyla beni gösteriyordu. Bende işaret parmağımla kendimi gösterdim. Annem iyice sinirlenmişti. “Sorun yok Rose, ben hallederim.” Bu sesin sahibinin benimle olmaması gerekiyordu. Hızla arkama döndüm. Başım dönmüştü ama görmezden geldim.
“Jo, Aman Tanrım Jo gerçekten sen misin? Buradasın. Ama senin Los Angeles’da olman lazımdı.” Boynuna atladım. O kadar çok özlemiştim ki bırakmak istemiyordum. “Tamam bırak artık beni yoksa sen ölene kadar görüşemeyeceğiz.” “Ups, Pardon.” Kırık olmayan elimi tuttu. “Senin şu beyaz atlı prensin beni aradı. Bende durumu anneme anlattım ve o da akşam elinde biletle eve geldi. Anlayacağın buradayım işte. Sen iyileşene kadar da gitmeye niyetim yok. Ona tekrardan sarıldım. “Belki bizimle yaşamak istersin. Bence harika olur.” “Saçmalama Mel, hadi yapacak çok işimiz var. Seni bu berbat hastane psikolojisinden ve görüntüsünden çıkarmamız lazım.” Çılgın bir Jo planı daha yoldaydı anlaşılan.

“Bu arada, Rob nerde? Neredeyse dünden beri hiç görmedim.” Boğazını temizledi. “Çok uzakta olmasa gerek, değil mi vampircik!” “Hey bana sakın bir daha böyle seslenme!” diye bağırdı arabanın önünden. Koltuğunun yanında başımı uzatınca onunla yüzlerimiz birbirine değdi. Burnumun ucundan öpüp kıkırdadı. “Şimdi izninle seni kaçırıyoruz, değil mi Jo!” Jo’ya baktım. Kafasını şımarık kızlar gibi yukarı kaldırmış , eliyle git işareti yapıyordu.

“Nereye gidiyoruz?” ikisi de kafasını salladı. “İpucu?” yine kafalarını salladırlar. Oflayarak arkama yaslandım. Şehirden uzaklaştığımız belliydi. Evler gitgide azalmış, ağaçlar artmıştı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum en sonunda deniz kenarında durduk. Önce Jo çıktı kapıdan, sonra Rob kapımı açtı. Dışarı çıkmaya çalışıyordum ama beni bebekmişim gibi kucağına aldı. “Yürüyebilirdim?” onaylamaz ifadeyle baktı. “Sence sana yeniden bir şey olsa, baban bana ne yapar?” “Hımm, belki seni öldürür. Ama ona engel olurum, merak etme. Bu yüzden şimdi beni bırakabilirsin.” “Hiç sanmıyorum. Ben oldukça iyiyim. Lütfen bu detaya takılmaz mısın? Burada romantik bir ortam yaratmaya çalışıyorum ve sen her şeyi mahvetmek üzeresin.” Elimle ağzımın fermuarını kapattım, kilitledim ve anahtarı denize doğru fırlattım. “Güzel, işte şimdi oldu.”

Birkaç metre ötede Josephine sıçrayarak bize doğru ellerini salladı. “Aşk böcekleri, burası hazır. Eğer sabaha kadar orada dikilmek istiyorsanız siz bilirsiniz. Ortamın keyfini kendim çıkarırım.” “Bu kız bazen çok sinir bozucu olabiliyor.” Dedi Rob. “Ya tabi, bir de bana sor.” Rob koşarak –ben kucağındayken- Jo’nun yanına gittik. Kumların üzerine beyaz bir örtü serilmişti. İki tane şarap kadehi ve bir tanede sepet vardı. Josephine kıyafetlerini katlayıp kumların üzerine koymuştu. Üzerinde bikinisi ve elinde havlusuyla ayakta dikiliyordu. “Bu plaj fazla boş, ve kalabalık olmayacak gibi görünüyor. Henüz magazin haberi yapan çılgın insanlar bizi keşfetmeden önce biraz güneşlenip denize girsem iyi olur, değil mi Vampi..” Bize doğru çapkın bir bakış attı. “Kes sesini Jo!” diye bağırdık aynı anda. “Siz bilirsiniz. Ben biraz yüzmek istiyorum. Sizde öpüşüp koklaşın. İğrenç.” Giderken kusma sesleri çıkartıyordu.

“Jo’ya ayarlayabileceğimiz bir arkadaşın yok mu? Belki biraz olsun sesini kesebiliriz? Ne dersin, sence olur mu?” Kulağa mantıklı geliyordu. Burada uzun süre kalacağına göre… “Marc!” dedik aynı anda. Sonra Rob’un gözleri parladı. Sanki eline zafer kazanmış gibiydi. Sanırım bu zafer de bendim.

Hiç yorum yok: