19 Ekim 2010 Salı
...
Bu kez cidden çok sıkıldım salak yerine koymaktan. Keşke öyle bi insan olsaydım ki kimse umrumda olmasaydı, herkesin kalbini dilediğim gibi kırabilseydim. Ama ne yazık ki hala insanlık var içimde. Bazı insanlar gibi köpek değilim. Son kez susuyorum. Bundan sonra olacaklardan beni sorumlu tutmasın kimse.
5 Ekim 2010 Salı
Love The Way You LIE!
Hayatımıza yerli yersiz alırız insanları. Kimdir nedir bilmeden gözü kara güveniriz onlara. Zaman geçer iyi yönleri körelir. Gerçek yönlerini görürüz insanların. Yalan söylerler, kandırırlar. Bizse izin veririz kalbimizin kırılmasına. Oysa o kadar açıktır ki gerçekler... Korkarız insanları hayatımızıdan çıkarmaya. Onlar gittiğinde yapayalnız kalacakmış gibi hisseder insan. Ama yalnız değildir, hem de hiç. Onlarca insan vardır etrafında senin iyiliğini isteyen, seni seven. Sen göremezsin sadece. Devam edersin.. "Love the way you lie."
28 Eylül 2010 Salı
^^^^^Coca-cola'dan çıkan ıspanak canavar!
Bu akşam yirmi altıncı milyonuncu kez romantik komediyi izliyorum. Her seferinde tepkiler aynı. Enginciğiimin bardan girdiği sahnede eriyen tek ben miyim yahu? Allah'ım sen neler yaratıyorsun yaaaa?!?!?!?
*
*
Ama en çok dikkatimi çeken de Sinem Kobalın dişleri. NEDENSEEEEEEEEE bu salak kızcağın dişleri bu filmde inci gibi böyle bembeyaz dümdüz falan amaa hepimiz bildiği üzere küçük sırlarda çemçük ağızlı kepçe kulaklı bi tip olarak karşımıza çıkmakta. Yani sen ne kadar iğrenç bi oyuncu olsanda bölüm başına o kadar para alıyosun git bi çeneni falan yaptır ya. Böyle ağzına bi tane patlatasın geliyo.
*
*
*
Neyse onu bunu bi kenera bıraktım da geçen gece H ile konuşuyoruz konu aldatmaya geldi. Yalan söyleyemediğini bildiğimden üstüne gittim biraz, seneye ben yurt dışındayken neler neler yaparsın diye sordum kem küm etti. Üstün zekam ile aldatıldığımı anladım tebiiii. Dedim naaaaptın sennn!! Valla 2 kez yaptım demez mi bi de banaaaaaaaaaaaa. Allahım alllahım yaa. Bi de kızdın mı diye soruyo. Yürü git manyak dedim, sonra da mesaj atmış bana "Ben yaptım diye sen yapmazsın demi sevgilim??". Üzgünüm ama sana k.çımla gülmekteyim. Ben şöyle italyaya gidicem aldatmıcam hahay :D
-
^
Bu arada Coca-Cola sana sesleniyorum böyle acıyı yedikten sonra iç kolayı geçsin diye reklam yapmışsın ama sen hiç içmemişsin belli. Bi dene bakalım acının üzerine asitli içecek içince neler oluyo? Öğrende gel haddiiiiii.
Behlül kaçar. Beni sevin. Öptüm
*
*
Ama en çok dikkatimi çeken de Sinem Kobalın dişleri. NEDENSEEEEEEEEE bu salak kızcağın dişleri bu filmde inci gibi böyle bembeyaz dümdüz falan amaa hepimiz bildiği üzere küçük sırlarda çemçük ağızlı kepçe kulaklı bi tip olarak karşımıza çıkmakta. Yani sen ne kadar iğrenç bi oyuncu olsanda bölüm başına o kadar para alıyosun git bi çeneni falan yaptır ya. Böyle ağzına bi tane patlatasın geliyo.
*
*
*
Neyse onu bunu bi kenera bıraktım da geçen gece H ile konuşuyoruz konu aldatmaya geldi. Yalan söyleyemediğini bildiğimden üstüne gittim biraz, seneye ben yurt dışındayken neler neler yaparsın diye sordum kem küm etti. Üstün zekam ile aldatıldığımı anladım tebiiii. Dedim naaaaptın sennn!! Valla 2 kez yaptım demez mi bi de banaaaaaaaaaaaa. Allahım alllahım yaa. Bi de kızdın mı diye soruyo. Yürü git manyak dedim, sonra da mesaj atmış bana "Ben yaptım diye sen yapmazsın demi sevgilim??". Üzgünüm ama sana k.çımla gülmekteyim. Ben şöyle italyaya gidicem aldatmıcam hahay :D
-
^
Bu arada Coca-Cola sana sesleniyorum böyle acıyı yedikten sonra iç kolayı geçsin diye reklam yapmışsın ama sen hiç içmemişsin belli. Bi dene bakalım acının üzerine asitli içecek içince neler oluyo? Öğrende gel haddiiiiii.
Behlül kaçar. Beni sevin. Öptüm
20 Eylül 2010 Pazartesi
Okul mu? Okul ne arar la bazarda? * * *
AAAy YİNE GELDİ KIŞ AÇILDI OKULLAR. Sabah sabah içimi de kararttılar zateeeeeen. Yok şöyle zor böyle zor. Hadi canım valla mı? Zaten ben de sabah 7 de kalkıp o salak formaları giyip soğukta servis bekleyip kaç yüzbin kez ölüm tehlikesi atlatmanın, günde kırkaltımilyon tane soru çözmenin çok kolay olduğunu sanıyodum.
-
-----
Bi de boyfirend muhabbeti var demiii? Aramaz sormaz. Allah'ım sen neden erkekleri bu denli odun, bu kadar anlayışsız, bu kadar düşüncesiz, ve bu kadar UNUTKAN yarattın? Lan herif varlığımı unuttu yahu :D
--
Şimdik bana bakan 30 tane soru bankasının çağrısına cevap veriyorum ve gidiyorum. Beni sevin. Hayat benimle güzel mi ne :)
-
-----
Bi de boyfirend muhabbeti var demiii? Aramaz sormaz. Allah'ım sen neden erkekleri bu denli odun, bu kadar anlayışsız, bu kadar düşüncesiz, ve bu kadar UNUTKAN yarattın? Lan herif varlığımı unuttu yahu :D
--
Şimdik bana bakan 30 tane soru bankasının çağrısına cevap veriyorum ve gidiyorum. Beni sevin. Hayat benimle güzel mi ne :)
16 Ağustos 2010 Pazartesi
* * -*-* HELLO HELLO du yu LAYK mi? * - **
Selaaaaaaaaaaaammm. Kaç ay oldu ki ben buraya girmeyeli bak şimdi düşününce hüzünlendim. En son salak salak hikayeler yazıyomuşum mesela. Neyseki hayatımın Rabırt Petinsonlu dönemini atlatttımm artık çok mutluyuuuuuuummm.
*
-*
KOcamannnnnnn bi yaz geldi geçti, tek kazancım verdiğim 6 kilo oldu. Evet sonunda başardıııııım. Eski sevgili triplerinden çıktıktan sonraaaa dedim ki Lan Hande ben seni tanıyosam sen hemen bi değişiklik yaparsın kalk kilo ver!!! Kalktım verdim valla. Çok da kolay oldu (Formula 7 kullandım ciddiyim :D)
*
Yaz boyunca fıkır fıkır güldük yüzdük, apaçi ve almancı türevleri arkadaşlarla kaynaştık. Günde 3 tane deniz yatağı patlattık. bizim ki yetmedi komşununkine de sulandık - ki o da patladı- Ama yaz eksikti sanki. Ders çalışmak zorunda kalmak falan. Ayrodinamik yar'ımı da özledim. Sigortacı olcakmş kendisi gelemedi burayaa. Kefalleri görüp kaçıştık yine. Uçurtma uçuramadık meselaaaa.
****
***
**
*
Bu yaz eğlenemedim ama kendimi seneye seneye diye avutuyorum. Hani bu yıl sınava giriceemm, mimarlık falan kazanıcam ya. sonra rahat rahat tatil yapıcammm. hadi ordan hiiiiiiiiiiç inanmıyorum vallaaaaa. neyse uyuym ben ya. yarın sınav varmış dershanede. okuyun üfleyin bu gece benim için. hadi öptüm sizi bebekler. sii yuuu
<3
*
-*
KOcamannnnnnn bi yaz geldi geçti, tek kazancım verdiğim 6 kilo oldu. Evet sonunda başardıııııım. Eski sevgili triplerinden çıktıktan sonraaaa dedim ki Lan Hande ben seni tanıyosam sen hemen bi değişiklik yaparsın kalk kilo ver!!! Kalktım verdim valla. Çok da kolay oldu (Formula 7 kullandım ciddiyim :D)
*
Yaz boyunca fıkır fıkır güldük yüzdük, apaçi ve almancı türevleri arkadaşlarla kaynaştık. Günde 3 tane deniz yatağı patlattık. bizim ki yetmedi komşununkine de sulandık - ki o da patladı- Ama yaz eksikti sanki. Ders çalışmak zorunda kalmak falan. Ayrodinamik yar'ımı da özledim. Sigortacı olcakmş kendisi gelemedi burayaa. Kefalleri görüp kaçıştık yine. Uçurtma uçuramadık meselaaaa.
****
***
**
*
Bu yaz eğlenemedim ama kendimi seneye seneye diye avutuyorum. Hani bu yıl sınava giriceemm, mimarlık falan kazanıcam ya. sonra rahat rahat tatil yapıcammm. hadi ordan hiiiiiiiiiiç inanmıyorum vallaaaaa. neyse uyuym ben ya. yarın sınav varmış dershanede. okuyun üfleyin bu gece benim için. hadi öptüm sizi bebekler. sii yuuu
<3
26 Nisan 2010 Pazartesi
Yeni rolüm
Bugünlerde oynadığım salak rolüne iyice alışmış durumdayım. Nedense etrafımdaki insanlar benim söyledikleri yalanları yada yaptıklarını anlamadığımı sanıyorlar. Sevgilim eski sevgilisiyle 3 gün önce arabada görüldüğünü öğrenmem de tuz biber oldu bugünlerde olanların üzerine... Benim günüm geliyor yakında.
28 Ocak 2010 Perşembe
Bölüm 16
Omzuma dokunan elin sayesinde uyandım. “Tatlım, seni görmeye gelenler var.” Oflayarak doğruldum. Elinde kocaman bir demet çiçekle Clare ve Richard içeri girdiler. “Geçmiş olsun güzel kız. Yaralandığını duyunca gelmek istedik ama Rob bize seni uyuttuklarını söyledi. Bizde uyanmanı bekledik. Richard, çiçekleri Melanie’ye ver lütfen.” Yavaşça çiçekleri kucağıma koydu. Bunlar gerçekten harika kokuyorlardı. “Teşekkür ederim. Bunlar gerçekten… harikalar. Geldiğiniz için çok sevindim.” Clare yatağın yanındaki koltuğa oturunca uzanıp elimi tuttu. “Önemi yok tatlım. Artık sende aileden sayılırsın. Değil mi Richard?” Adam camdan dışarı bakıyordu. Sanki bir robot gibi Clare’nin sorularına otomatik olarak cevap veriyordu. “Sen onun kusuruna bakma. Sadece biraz endişeli. Babaları bilirsin.” Başımı salladım. Endişelenmesi normal bir şey değil mi?
“O nerde?” diye sordum. Telefonla konuşmak için çıkmıştı ve hala dönmemişti. Clare umursamaz bir tavırla etrafına bakmaya devam etti. “Bir arkadaşıyla görüşmesi gerekiyormuş. İş ile ilgili olduğunu söyledi.” Tahmin ettiğim gibi iş. Biz sohbet ederken hemşire odaya girdi. “Ziyaret saati bitti. Şimdi hastamızı biraz yalnız bırakalım. Ayrıca yarın sabah taburcu olacak, o zaman bol bol sohbet edersiniz. Şimdi uyku vakti.” Bu insanlar benden daha ne kadar uyumamı bekleyeceklerdi ki. Son bilmem kaç gündür durmadan uyuyordum. “Geldiğin için teşekkür ederim Clare, ve sana da Richard.” Bana gülümseyip odadan çıktılar.
Hemşire ilacı hazırlarken bana sorular soruyordu. “Çok seviliyorsun bence. Dışarıda o kadar çok insan vardı ki, onları buradan uzaklaştırmak çok zor oldu. He bir de gazeteciler vardı, sanırım şu oyuncu yüzünden. Herkes kafayı takmış durumda, benim yeğenim henüz on yaşında ve ona deli gibi aşık. Çok şanslısın hayatım.” Gazeteciler olayını hastaneden sonraya bıraktım. Hala konuşmakta olan hemşireye gülümsedim. Elindeki iğneyi seruma batırıp ilacı enjekte etti. “Dinlenmene bak, o kalabalık yarın evinde olacak gibi görünüyor. İyi uykular.” Omzumu sıvazlayıp odadan çıktı. Kapının kapanmasından sonra derin nefesler alıp rahatladım. İlaç etkisini göstermeye başlamıştı bile.
“Kalk bakalım uykucu. Gitme vakti.” Annem elinde bavulumla odadaki eşyaları topluyordu. Yatağın üzerine giyebileceğim tek kıyafet olan toz pembe bir elbise fırlattı. Elbiseyi alıp havaya kaldırdım. “Tek başıma giyebileceğimi sanmıyorsun değil mi?” oflayarak yanıma geldi. Üzerimdeki aptal hastane kıyafetini çıkartıp elbiseyi giydirdi. “15 senedir seni giydirmiyordum. Pratik yapmam lazım.” Gülmeye çalıştım. Elbiseye göz attım. Eğer hava sıcaksa oldukça uygun bir giysiydi. Dizlerimin üzerine kadar uzanıyordu ve kalın askıları vardı.
“Böyle bir elbisem olduğunu hatırlamıyorum. Ben burada sürünürken alışveriş mi yaptın sen?” Anneme bağırmaya başladım. Yüz ifadesi şok olmuş gibiydi. O kadar komik görünüyordu ki. Gülmeye başladım. “Şaka yaptım!” Başını çevirdi. Elini pantolonun arka cebine sokup elbiseyle aynı renkte bir kağıt parçası çıkarıp bana uzattı. “Bu da sana!” kağıdı alıp okudum; ‘Sanırım seninle sevdiğin renkler konusunda konuşmamız gerekecek. Evde görüşürüz. Seni seviyorum. R’ Yazdığını okuyunca sinirlendim çünkü en son telefonla konuşmak için odadan çıkmıştı ve ortalarda yoktu. Ne haltlar karıştırıyordu bu çocuk. “Bittiyse çıkalım Melanie.” Dedi annem. Bana genelde sinirli olduğu zamanlar Melanie derdi. Umursamadım çünkü berbat bir oyuncuydu ve aklı sıra beni kandırmaya çalışıyordu. “Anne, biliyor musun, korkunç bir oyuncusun. İki yaşında bebek bile bu tavırlarına inanmaz.” Gülümsemesini bastırmaya çalıştığı belliydi. “Yürü bakalım.” Bana uzattığı koluna tutunup odadan çıktım.
Odanın önünde dünkü hemşire tekerlekli sandalyeyle bekliyordu. “Hey, buna bineceğime inanmıyorsunuz değil mi? Bana öyle bakmayın. Hayır asla… beni bunla dışarı çıkartamazsınız. Anne engel olur musun lütfen!!!” kimse itirazlarımı dinlemeden beni sandalyeye oturttular. Küçükken hep bunlara oturmak istemiştim ama şimdi çok utanç vericiydi. Ayağım kırık olabilirdi, sakat kalmamıştım. Hala yürüyebilirdim. Sandalyeyi iten hemşireye acıdım. Benim dırdırlarıma 2 dakika boyunca katlanmak zorunda kalmıştı. Babamın siyah Chrysler’ine bindiğimde camdan dışarı bağırarak hemşireye teşekkür ettim. Zoraki olarak gülümsedi ama daha sonra gözlerini devirdiğini gördüm. Arkasından dil çıkarıp pencereyi kapattım.
Annem hala arabanın dışındaydı. “Anne gelmiyor musun? Eve gitmek için deliriyorum.” Bıkkın bıkkın nefesini verdi. İşaret parmağıyla beni gösteriyordu. Bende işaret parmağımla kendimi gösterdim. Annem iyice sinirlenmişti. “Sorun yok Rose, ben hallederim.” Bu sesin sahibinin benimle olmaması gerekiyordu. Hızla arkama döndüm. Başım dönmüştü ama görmezden geldim.
“Jo, Aman Tanrım Jo gerçekten sen misin? Buradasın. Ama senin Los Angeles’da olman lazımdı.” Boynuna atladım. O kadar çok özlemiştim ki bırakmak istemiyordum. “Tamam bırak artık beni yoksa sen ölene kadar görüşemeyeceğiz.” “Ups, Pardon.” Kırık olmayan elimi tuttu. “Senin şu beyaz atlı prensin beni aradı. Bende durumu anneme anlattım ve o da akşam elinde biletle eve geldi. Anlayacağın buradayım işte. Sen iyileşene kadar da gitmeye niyetim yok. Ona tekrardan sarıldım. “Belki bizimle yaşamak istersin. Bence harika olur.” “Saçmalama Mel, hadi yapacak çok işimiz var. Seni bu berbat hastane psikolojisinden ve görüntüsünden çıkarmamız lazım.” Çılgın bir Jo planı daha yoldaydı anlaşılan.
“Bu arada, Rob nerde? Neredeyse dünden beri hiç görmedim.” Boğazını temizledi. “Çok uzakta olmasa gerek, değil mi vampircik!” “Hey bana sakın bir daha böyle seslenme!” diye bağırdı arabanın önünden. Koltuğunun yanında başımı uzatınca onunla yüzlerimiz birbirine değdi. Burnumun ucundan öpüp kıkırdadı. “Şimdi izninle seni kaçırıyoruz, değil mi Jo!” Jo’ya baktım. Kafasını şımarık kızlar gibi yukarı kaldırmış , eliyle git işareti yapıyordu.
“Nereye gidiyoruz?” ikisi de kafasını salladı. “İpucu?” yine kafalarını salladırlar. Oflayarak arkama yaslandım. Şehirden uzaklaştığımız belliydi. Evler gitgide azalmış, ağaçlar artmıştı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum en sonunda deniz kenarında durduk. Önce Jo çıktı kapıdan, sonra Rob kapımı açtı. Dışarı çıkmaya çalışıyordum ama beni bebekmişim gibi kucağına aldı. “Yürüyebilirdim?” onaylamaz ifadeyle baktı. “Sence sana yeniden bir şey olsa, baban bana ne yapar?” “Hımm, belki seni öldürür. Ama ona engel olurum, merak etme. Bu yüzden şimdi beni bırakabilirsin.” “Hiç sanmıyorum. Ben oldukça iyiyim. Lütfen bu detaya takılmaz mısın? Burada romantik bir ortam yaratmaya çalışıyorum ve sen her şeyi mahvetmek üzeresin.” Elimle ağzımın fermuarını kapattım, kilitledim ve anahtarı denize doğru fırlattım. “Güzel, işte şimdi oldu.”
Birkaç metre ötede Josephine sıçrayarak bize doğru ellerini salladı. “Aşk böcekleri, burası hazır. Eğer sabaha kadar orada dikilmek istiyorsanız siz bilirsiniz. Ortamın keyfini kendim çıkarırım.” “Bu kız bazen çok sinir bozucu olabiliyor.” Dedi Rob. “Ya tabi, bir de bana sor.” Rob koşarak –ben kucağındayken- Jo’nun yanına gittik. Kumların üzerine beyaz bir örtü serilmişti. İki tane şarap kadehi ve bir tanede sepet vardı. Josephine kıyafetlerini katlayıp kumların üzerine koymuştu. Üzerinde bikinisi ve elinde havlusuyla ayakta dikiliyordu. “Bu plaj fazla boş, ve kalabalık olmayacak gibi görünüyor. Henüz magazin haberi yapan çılgın insanlar bizi keşfetmeden önce biraz güneşlenip denize girsem iyi olur, değil mi Vampi..” Bize doğru çapkın bir bakış attı. “Kes sesini Jo!” diye bağırdık aynı anda. “Siz bilirsiniz. Ben biraz yüzmek istiyorum. Sizde öpüşüp koklaşın. İğrenç.” Giderken kusma sesleri çıkartıyordu.
“Jo’ya ayarlayabileceğimiz bir arkadaşın yok mu? Belki biraz olsun sesini kesebiliriz? Ne dersin, sence olur mu?” Kulağa mantıklı geliyordu. Burada uzun süre kalacağına göre… “Marc!” dedik aynı anda. Sonra Rob’un gözleri parladı. Sanki eline zafer kazanmış gibiydi. Sanırım bu zafer de bendim.
“O nerde?” diye sordum. Telefonla konuşmak için çıkmıştı ve hala dönmemişti. Clare umursamaz bir tavırla etrafına bakmaya devam etti. “Bir arkadaşıyla görüşmesi gerekiyormuş. İş ile ilgili olduğunu söyledi.” Tahmin ettiğim gibi iş. Biz sohbet ederken hemşire odaya girdi. “Ziyaret saati bitti. Şimdi hastamızı biraz yalnız bırakalım. Ayrıca yarın sabah taburcu olacak, o zaman bol bol sohbet edersiniz. Şimdi uyku vakti.” Bu insanlar benden daha ne kadar uyumamı bekleyeceklerdi ki. Son bilmem kaç gündür durmadan uyuyordum. “Geldiğin için teşekkür ederim Clare, ve sana da Richard.” Bana gülümseyip odadan çıktılar.
Hemşire ilacı hazırlarken bana sorular soruyordu. “Çok seviliyorsun bence. Dışarıda o kadar çok insan vardı ki, onları buradan uzaklaştırmak çok zor oldu. He bir de gazeteciler vardı, sanırım şu oyuncu yüzünden. Herkes kafayı takmış durumda, benim yeğenim henüz on yaşında ve ona deli gibi aşık. Çok şanslısın hayatım.” Gazeteciler olayını hastaneden sonraya bıraktım. Hala konuşmakta olan hemşireye gülümsedim. Elindeki iğneyi seruma batırıp ilacı enjekte etti. “Dinlenmene bak, o kalabalık yarın evinde olacak gibi görünüyor. İyi uykular.” Omzumu sıvazlayıp odadan çıktı. Kapının kapanmasından sonra derin nefesler alıp rahatladım. İlaç etkisini göstermeye başlamıştı bile.
“Kalk bakalım uykucu. Gitme vakti.” Annem elinde bavulumla odadaki eşyaları topluyordu. Yatağın üzerine giyebileceğim tek kıyafet olan toz pembe bir elbise fırlattı. Elbiseyi alıp havaya kaldırdım. “Tek başıma giyebileceğimi sanmıyorsun değil mi?” oflayarak yanıma geldi. Üzerimdeki aptal hastane kıyafetini çıkartıp elbiseyi giydirdi. “15 senedir seni giydirmiyordum. Pratik yapmam lazım.” Gülmeye çalıştım. Elbiseye göz attım. Eğer hava sıcaksa oldukça uygun bir giysiydi. Dizlerimin üzerine kadar uzanıyordu ve kalın askıları vardı.
“Böyle bir elbisem olduğunu hatırlamıyorum. Ben burada sürünürken alışveriş mi yaptın sen?” Anneme bağırmaya başladım. Yüz ifadesi şok olmuş gibiydi. O kadar komik görünüyordu ki. Gülmeye başladım. “Şaka yaptım!” Başını çevirdi. Elini pantolonun arka cebine sokup elbiseyle aynı renkte bir kağıt parçası çıkarıp bana uzattı. “Bu da sana!” kağıdı alıp okudum; ‘Sanırım seninle sevdiğin renkler konusunda konuşmamız gerekecek. Evde görüşürüz. Seni seviyorum. R’ Yazdığını okuyunca sinirlendim çünkü en son telefonla konuşmak için odadan çıkmıştı ve ortalarda yoktu. Ne haltlar karıştırıyordu bu çocuk. “Bittiyse çıkalım Melanie.” Dedi annem. Bana genelde sinirli olduğu zamanlar Melanie derdi. Umursamadım çünkü berbat bir oyuncuydu ve aklı sıra beni kandırmaya çalışıyordu. “Anne, biliyor musun, korkunç bir oyuncusun. İki yaşında bebek bile bu tavırlarına inanmaz.” Gülümsemesini bastırmaya çalıştığı belliydi. “Yürü bakalım.” Bana uzattığı koluna tutunup odadan çıktım.
Odanın önünde dünkü hemşire tekerlekli sandalyeyle bekliyordu. “Hey, buna bineceğime inanmıyorsunuz değil mi? Bana öyle bakmayın. Hayır asla… beni bunla dışarı çıkartamazsınız. Anne engel olur musun lütfen!!!” kimse itirazlarımı dinlemeden beni sandalyeye oturttular. Küçükken hep bunlara oturmak istemiştim ama şimdi çok utanç vericiydi. Ayağım kırık olabilirdi, sakat kalmamıştım. Hala yürüyebilirdim. Sandalyeyi iten hemşireye acıdım. Benim dırdırlarıma 2 dakika boyunca katlanmak zorunda kalmıştı. Babamın siyah Chrysler’ine bindiğimde camdan dışarı bağırarak hemşireye teşekkür ettim. Zoraki olarak gülümsedi ama daha sonra gözlerini devirdiğini gördüm. Arkasından dil çıkarıp pencereyi kapattım.
Annem hala arabanın dışındaydı. “Anne gelmiyor musun? Eve gitmek için deliriyorum.” Bıkkın bıkkın nefesini verdi. İşaret parmağıyla beni gösteriyordu. Bende işaret parmağımla kendimi gösterdim. Annem iyice sinirlenmişti. “Sorun yok Rose, ben hallederim.” Bu sesin sahibinin benimle olmaması gerekiyordu. Hızla arkama döndüm. Başım dönmüştü ama görmezden geldim.
“Jo, Aman Tanrım Jo gerçekten sen misin? Buradasın. Ama senin Los Angeles’da olman lazımdı.” Boynuna atladım. O kadar çok özlemiştim ki bırakmak istemiyordum. “Tamam bırak artık beni yoksa sen ölene kadar görüşemeyeceğiz.” “Ups, Pardon.” Kırık olmayan elimi tuttu. “Senin şu beyaz atlı prensin beni aradı. Bende durumu anneme anlattım ve o da akşam elinde biletle eve geldi. Anlayacağın buradayım işte. Sen iyileşene kadar da gitmeye niyetim yok. Ona tekrardan sarıldım. “Belki bizimle yaşamak istersin. Bence harika olur.” “Saçmalama Mel, hadi yapacak çok işimiz var. Seni bu berbat hastane psikolojisinden ve görüntüsünden çıkarmamız lazım.” Çılgın bir Jo planı daha yoldaydı anlaşılan.
“Bu arada, Rob nerde? Neredeyse dünden beri hiç görmedim.” Boğazını temizledi. “Çok uzakta olmasa gerek, değil mi vampircik!” “Hey bana sakın bir daha böyle seslenme!” diye bağırdı arabanın önünden. Koltuğunun yanında başımı uzatınca onunla yüzlerimiz birbirine değdi. Burnumun ucundan öpüp kıkırdadı. “Şimdi izninle seni kaçırıyoruz, değil mi Jo!” Jo’ya baktım. Kafasını şımarık kızlar gibi yukarı kaldırmış , eliyle git işareti yapıyordu.
“Nereye gidiyoruz?” ikisi de kafasını salladı. “İpucu?” yine kafalarını salladırlar. Oflayarak arkama yaslandım. Şehirden uzaklaştığımız belliydi. Evler gitgide azalmış, ağaçlar artmıştı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum en sonunda deniz kenarında durduk. Önce Jo çıktı kapıdan, sonra Rob kapımı açtı. Dışarı çıkmaya çalışıyordum ama beni bebekmişim gibi kucağına aldı. “Yürüyebilirdim?” onaylamaz ifadeyle baktı. “Sence sana yeniden bir şey olsa, baban bana ne yapar?” “Hımm, belki seni öldürür. Ama ona engel olurum, merak etme. Bu yüzden şimdi beni bırakabilirsin.” “Hiç sanmıyorum. Ben oldukça iyiyim. Lütfen bu detaya takılmaz mısın? Burada romantik bir ortam yaratmaya çalışıyorum ve sen her şeyi mahvetmek üzeresin.” Elimle ağzımın fermuarını kapattım, kilitledim ve anahtarı denize doğru fırlattım. “Güzel, işte şimdi oldu.”
Birkaç metre ötede Josephine sıçrayarak bize doğru ellerini salladı. “Aşk böcekleri, burası hazır. Eğer sabaha kadar orada dikilmek istiyorsanız siz bilirsiniz. Ortamın keyfini kendim çıkarırım.” “Bu kız bazen çok sinir bozucu olabiliyor.” Dedi Rob. “Ya tabi, bir de bana sor.” Rob koşarak –ben kucağındayken- Jo’nun yanına gittik. Kumların üzerine beyaz bir örtü serilmişti. İki tane şarap kadehi ve bir tanede sepet vardı. Josephine kıyafetlerini katlayıp kumların üzerine koymuştu. Üzerinde bikinisi ve elinde havlusuyla ayakta dikiliyordu. “Bu plaj fazla boş, ve kalabalık olmayacak gibi görünüyor. Henüz magazin haberi yapan çılgın insanlar bizi keşfetmeden önce biraz güneşlenip denize girsem iyi olur, değil mi Vampi..” Bize doğru çapkın bir bakış attı. “Kes sesini Jo!” diye bağırdık aynı anda. “Siz bilirsiniz. Ben biraz yüzmek istiyorum. Sizde öpüşüp koklaşın. İğrenç.” Giderken kusma sesleri çıkartıyordu.
“Jo’ya ayarlayabileceğimiz bir arkadaşın yok mu? Belki biraz olsun sesini kesebiliriz? Ne dersin, sence olur mu?” Kulağa mantıklı geliyordu. Burada uzun süre kalacağına göre… “Marc!” dedik aynı anda. Sonra Rob’un gözleri parladı. Sanki eline zafer kazanmış gibiydi. Sanırım bu zafer de bendim.
21 Ocak 2010 Perşembe
Bölüm 15
Hava çok sıcaktı. Üzerimdeki incecik elbise bile terlemek için yeterliydi. Rüzgar esiyordu ama sıcaklığı bir türlü hafifletemiyordu. Sonuna küçük bir su sesi duydum. Sesin geldiği yöne doğru koştum. Ne kadar koşsam da bir türlü yaklaşamadım suya. Olduğum yerde döndüm. İleriden dalga sesleri geliyordu. Yavaş yavaş sese doğru yürüdüm. Sonunda uçurumun kenarına geldim. Aşağıda dalgalar kayalara çarpıyordu. Suyun serinliği yukarıya kadar ulaşıyordu. Çok susamıştım. Dayanamadım, nefes almayı bekleyemeden kendimi uçurumdan aşağı bıraktım. Su beklediğimden daha serindi. Kayalara doğru sürükleniyordum ama çarpmamak için çırpınmaya başladım. Bu sırada başım sızladı. Bir anda olan her şeyi hatırladım. Tiyatroyu, sahneyi, ışıkları ve düştüğümü… acaba annem olanları öğrenmiş miydi? Rob, peki o biliyor muydu? Eminim endişelenmiştir. Bu sırada ciğerlerime buz gibi su doldu. Son kez nefes almak için kendimi zorladım.
“Mel. Hemşireyi çağır hemen. Galiba uyanıyor. Buradayım hayatım merak etme yanındayım.” Biri elimi sıktı. Sesleri duyuyordum ama sanki sesler kilometrelerce öteden yankılanarak geliyordu. Başımda ki sancı kendini fark ettirmeye başladı. Gözlerimi yavaşça açtım. Beyaz duvarlar ve ritmik olarak gelen ses bana hastanede olduğumu anımsattı. Önce elime baktım. Üzerinden hortumlar geçen elimi o tanıdık el tutuyordu. Rüya görme ihtimalim ne kadardı? Gözlerimin açıldığı ölçüde yukarıya, elin sahibine doğru baktım. Robert yanımda otuyordu. Elleriyle ellerimi tutmuş beni süzüyordu. “Selam.” Dedim. Sesim çektiğim acıyı ele verecek şekilde titremişti. “Ah tatlım. Çok endişelendim.” “Sen… senin nasıl haberin oldu. İki hafta sonra gelec…” cümlemi bitiremedim çünkü konuştukça kemiklerim acıyordu. Gözleri şefkatle parıldadı. “Seni aradım. İki haftadan da önce gelebilme ihtimalim olduğunu söyleyecektim. Ama telefonu senin arkadaşın, Marc, açtı. Senin düştüğünü, hastaneye kaldırıldığını söyleyince ilk uçakla geldim. Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilirsin. Hem bir aileye bir oyuncu yeter.” Elimi yanağına götürdü.
Marc, Marc’ı tamamen unutmuştum. “O nerde? Çok endişelenmiştir.” Tek kaşını kaldırıp suratıma baktı. “Marc’tan bahsediyorum.” Sıkıntıyla gözlerini devirdi. Bu haliyle çok komik görünüyordu. Gülmeye çalıştım ama canım acıyınca sustum. “Burada, dışarıda. Benden pek hoşlandığı söylenemez. Ve sana da aramızda olanları anlatmadığın için kızgın gibi görünüyor. Neyse onu boşver şimdi.” Eğilip yanağımdan öptü. Doğrulurken kolundan tuttum. Acıyı görmezden geldim. “yanıma yat. Lütfen.” Zorlayarak yatakta kenara kaydım. O da yanıma uzandı. “Seni özlemişim. Eğer bu kadar sık görüşeceksek kendimi bir yerlerden atabilirim.” Kıkırdadım. “Bunu yapmana gerek yok. İstediğin zaman yanına gelebilirim.” Başımı başına yasladım.
“Hasar durumu nedir?” cevap gelmeyince daha açık sormaya karar verdim. “Kaç tane kırık var demek istedim.” “Hımmm, sol bacağın, sol kolun ayrıca iki tane de kaburgan kırılmış. Tabi başında da zedelenme var.” “Çok iç açıcıydı. Teşekkür ederim.” Peşinden sessizlik oldu. İkimizde konuşmadık. Acının bir önemi yoktu çünkü beraberdik. Kapı tıkladı. “Rob?” annem içeri girdi. “Bebeğim, uyandın demek. Çok endişelendim. İyi misin, ağrın var mı?” “İyiyim, ağrım yok anne. Sadece birazcık daha uykum var.” Rob ve annem güldü. “Uykun mu var? Zaten 2 gündür uyuyorsun hayatım. Neyse ben sizi yalnız bırakıyorum. Birazdan baban da gelir.” Dedi bir şey ima etmeye çalışarak. Rob eliyle selam verdi.
Bu sırada sesimizi duymuş olmalı ki Marc içeri girdi. Gözleri Robert’ın üzerinde rahatsızca gezindi. Daha sonra onu görmezden gelerek yatağın yanındaki koltuğa oturdu. “Yeniden uyandığına sevindim. Tiyatrodakiler bile geldiler. Ama seni uyutmaya devam ettiklerinden annen beklememelerini söyledi.” Uzanıp boştaki elimi tuttu. Rahatsız olmuştum ama tepki vermedim. Robert’ın benim yerime konuşmasını bekledim. Sanki aklımdan geçeni anlamış gibi kalkıp Marc’ın yanına gitti. “Marc, hadi inip Mel’in babasını çağıralım.” “Sen git. Yalnız kalmasa iyi olur.” “Ben yalnız kalabilecek kadar iyiyim. Hadi gidin.” Kapıyı gösterdim. Homurdanarak kalktı. “Birazdan görüşürüz.” Rob kapıdan çıkarken öpücük gönderdi. Başımı çevirdim.
Biraz sessizlik iyi gelmişti. Doğrulup vücuduma baktım. Bacağım ve kolum alçıdaydı. Kaburgalarımdaki ağrı görmezden gelinebilirdi. Arkama yaslanıp babamı beklemeye başladım. Derken kapı çaldı. “Prenses!” babam kollarında kocaman bir ayıyla odaya girdi. “Hadi ama baba. Şaka yaptığını söyle!” “Niyeymiş o? Hala küçük bir çocuksun. Ve küçük çocuklar hastalandıklarında hediyeyi hak ederler.” “Ver şunu.” Babam ayıyı yatağa oturttu. Şirin bir suratı vardı. Serumların takılı olduğu kolumu ayıya dolayıp sarıldım. “Bana büyüdüğünü söyleyene bak!” dedi babam. Güldüm.
Babamın rahatsız oturuşundan ve hareketlerinden uzun uzadıya konuşmaya başlayacağını anladım. Sonunda söze başladı. “Bak Melanie, başına bir uçak tuvaleti düşse bile umurumda değil. Bundan sonra her türlü tehlikeden ve maceradan uzak duracaksın. Bir ay boyunca bu alçılarla dolaşmak senin de hoşuna gitmeyeceğini biliyorum.” “Bir ay mı? O kadar kötü mü baba?” “Bunu düşmeden düşünmeliydin.” Saatine baktı. “Her neyse, şimdi gidiyorum. Yarın görüşürüz.” “Görüşürüz baba.”
Babam kapıyı açtığında Rob kapının önünde bekliyordu. Birbirlerine resmice selam verdiler. Babam erkek arkadaş kabul etme konusunda çok evrimselleşmiş sayılmazdı. Eski kafalı olduğu da söylenebilirdi. Önce bu evi almak, daha sonra erkek arkadaşıma selam vermek… onun için oldukça büyük bir adımdı bence. İnsanlar değişebilir değil mi?
“Senin şu arkadaşından pek hoşlanmadım Mel. Sana bakışları bir garipti.” Söylene söylene yanıma oturdu. “Yapma Rob. O benden küçük! Ayrıca seninle beraber olduğumuzu öğrendiğine göre böyle bir şey olmayacağını bilir değil mi?” “Haklısın. Ama yine de kıskandım.” Beş yaşındaki çocuklar gibi dil çıkardım. Parmaklarıyla dudaklarımı sıktı. Telefonu çalmaya başladı. “Of! Ben… birkaç dakika içinde geliyorum.” Arayanı merak etmiştim ama sormadım. Karşımdaki duvardaki saate baktım. 17:42. Bekledim 17:49. Bekledim 17:56 Rob hala gelmedi. Kıskanıyor muydum? Arayan Kristen olabilir miydi? Yaralanmamla onun işlerinde problem yaratmış olabilir miydim? Düşündükçe ağrılarım arttı. Yeni ilaç almak istemiyordum bu yüzden kendimi uyumaya zorladım.
Bölüm 14
Yaklaşık 1.80 boylarında sarışın kahverengi gözlü bir çocuk duruyordu arkamda. Oturduğum yerden kalkıp uzattığı elini tutup selamlaştık. “Merhaba.” “Ben Marc. Dün gece taşındığını gördüm. Gelip tanışmak iyi olur diye düşündüm.” “Melanie bende. Memnum oldum. Evet sanırım burada bir arkadaş hiç de fena olmaz.” İkimizde güldük. Bu çocuğa şimdiden kanım ısınmıştı. Aslında yakışıklı denebilecek bir yüzü vardı. Yüz hatları belirgindi. Güldüğü zaman da gözleri çok güzel görünüyordu. Eğer Jo olsaydı mutlaka ağzının suyu akarak bakardı çocuğa. Belki bir resmini çekip gönderirdim yada Jo geldiğinde –gelecekti çünkü bana söz verdi- onların arasını yapabilirdim.
“Sana etrafı dolaştırmamı ister misin? Burası oldukça geniş bir bölge ve tüm evler birbirinin aynısı. Bazen ben bile yanlış eve gidebiliyorum.” “Tabi olur.” Yürümeye başladık. Marc etraftaki sokakları, cafeleri, marketleri ve sinemaları gösteriyordu. Bense Rob’u düşünüyordum. Burası onun çocukluğun geçtiği yerdi ve ben yanımda Marc yerine onun olmasını tercih ederdim. “Sence de harika değil mi Mel, umarım sana Mel dememde bir sakınca yoktur.” Onu dinlemiyordum ki, ne cevap verecektim şimdi? “Üzgünüm dalmışım. Tabi ki Mel diyebilirsin. En son ne demiştin?” “Robert Pattinson diyorum. Hani şu herkesin peşinden koştuğu seksi vampir! Ah sakın bana bilmiyorum deme.” Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Ah Robert Pattinson. Birkaç kere Los Angeles’da görmüştüm. Evet hoş biri.”
Yalan söylediğim anlaşılmasın diye etrafa bakmaya başladım. O bana soru sormaktan vazgeçince bende onu dinlemekten vazgeçtim. “Kaç yaşındasın?” diye sordu bir ara. “19” otomatik olarak cevabımı verdim. “Ya sen?” “18’im gelecek ay bitiyor. Harika bir parti vereceğim. Mutlaka gelmelisin.” Tabi en çok istediğim şey bir partiye katılmaktı.(!) “Tabi orada olacağıma emin olabilirsin.” Yürümeye devam ettik.
Yağmur çiselemeye başladığında bizde eve dönüyorduk. “Ah hadi ama! Neden yağmak zorunda ki?” Marc anlamsız gözlerle bana baktı. “Yağmuru sevmiyor musun? Üzgünüm tatlım ama buna alışmak zorundasın. Burası Londra.” Sıkıntıyla gözlerimi devirdim. “Bu lafı daha ne kadar duymak zorundayım.” Diye mırıldandım kendi kendime.
Eve gelene kadar sırılsıklam olmuştum. “Ben tam şu evde oturuyorum.” Eliyle karşı sıradaki 3. evi gösterdi. “İstediğin zaman gelebilirsin.” Başımı tamam anlamında salladım. “Sanırım sen evimin nerede olduğunu biliyorsun.” Eliyle tamam işareti yapıp kendi evin doğru koştu. Eve girdim.
“Nereye kayboldun Mel? Cep telefonunu yanına almamışsın. Birkaç kere çaldı ama bakmadım.” Lanet olsun. Koşarak odama çıktım. Rob iki kez aramıştı. Ben onu arayacakken telefonum tekrar çalmaya başladı. Çalar çalmaz yanıtladım. “Mel?” “Ah, Rob üzgünüm. Telefonumu yanıma almayı unutmuşum.” “Önemli değil tatlım sadece biraz endişelendim. Bu arada iki hafta sonra geliyorum.” “Gerçekten mi? Yani sen gerçekten geliyor musun? Tanrım bu duyduğum en harika haber.” “Sevinmene sevindim. Bu kadar sevineceğini bilseydim daha önceden haber verirdim.” Annem bana seslendi. “Üzgünüm, şimdi kapatmalıyım. Anneme yardım etmem lazım. Seni seviyorum.” “Bende seni seviyorum.” Koşarak aşağıya indim.
“Evet geldim ne istiyorsun?” Camdan dışarı bakarak “Dışarıda seni biri bekliyor.” Dedi. Bakışlarında soru soran bir ifade vardı. Camdan baktım. Marc dışarıda duruyordu. “Ah, O mu… Biraz önce tanıştık. Oldukça şirin biri. Benden sadece birkaç ay küçük.” Evlerini gösterdim. “Orada oturuyor. Belki bir ara onları ziyaret edebiliriz.” “Tabi tatlım sen nasıl istersen. Hadi şimdi onu bekletme. Acelesi var gibi görünüyor.”
Kapıyı açtım. “Hey Marc, bu kadar çabuk görüşmeyi beklemiyordum. İstediği hediyeyi almış çocuk gibi gülümsüyordu. Elindeki sarı kağıtlardan birini bana uzattı. Kağıdı alıp üzerindeki yazıyı okudum. “Londra Tiyatro Akademisi. Son başvuru tarihi: 18 Haziran.” Yani iki gün sonra. “Bunu neden bana getirdin ki?” gözlerini devirdi. “Düşündüm de ikimizin de yapacak hiçbir şeyi yok. Denemekten bir zarar gelmez. Hem kabul edilirsek çok eğlenceli olur.” “Tamam sen kazındın. Seçmelere ne zaman gidiyoruz?” Elleriyle yolu gösterdi. “Şimdi? Tabi sana uygunsa.” “Tabi. Anneeee!!!” koşarak mutfak camına gittim. “Ben tiyatro için seçmelere gidiyorum. Seni ararım.” Eliyle git işareti yaptı.
Koşarak Marc’ın yanına döndüm. Koluna girdim. Hızlı adımlarla yürümeye başladık. “Benim hiç deneyimim yok. Ne yapacağız?” omuzlarını silkti. “ Belki doğal yeteneğimiz vardır. Orada çok komik görüneceğiz. Herkes elindeki yazıları okurken biz umursamayacağız. Belki de bizi kovarlar.” “Belki de…” dedim. İkimizde güldük.
“İşte geldik.” Dedi. Kocaman görkemli bir binanın önünde durduk. Binanın duvarlarında altın sarısı işlemeler vardı. Beyaz taş merdivenlerin üzerinde kırmızı halı vardı. “Bayanlar önden.” Dedi Marc. Bende ünlü bir oyuncu gibi saçlarımı savurup elbisemin eteklerini tutuyormuş gibi yaparak merdivenlerden çıktım. “Sende yetenek var. Bunu görebiliyorum. Oyuncu olmak için yaratılmışsın.” Gülerek omzuna vurdum. “Hadi ama geç kalacağız. Ben bu işten vazgeçmeden gelsen iyi olur.” Kapıdan girdik. İçeride onlarca oyun afişi vardı. Binanın içi o kadar güzeldi ki ağzım açık kalmıştı.
“Nasıl yardımcı olabilirim?” Beyaz saçlı bir kadın bize doğru yaklaşıyordu. Elimdeki ilanlardan birini ona uzattım. “Biz bunun için gelmiştik. Denemelere katılmak istiyoruz.” “Tam zamanında hayatım. Son adaylar da çıkmak üzere.” Bu sırada kapıdan bizim yaşlarımızda 7 kişi çıktı. “Siz girin.” Dedi bizi kapıya yönlendirerek.
Kapıdan girdiğimizde spot ışıkları yüzünden gözlerim kamaştı. Jüri üyesi olduğunu düşündüğüm kişilerden biri sahnenin önüne geldi ve bize birer metin verdi. “Buyurun lütfen, sizi izliyoruz. Heyecanlanmanıza gerek yok.” Zoraki bir gülümsemeyle kağıtları aldım. Birini Marc’a verdim. Ve rollerimizi oynamaya başladık. Metin çok kolay ve eğlenceliydi. Kendimizi kaptırmıştık. “Bu kadar yeterli. Doğru söylemek gerekirse harikaydınız. Düşünmeye gerek yok. Cuma günü saat beşte ilk çalışmalarımız başlıyor. Geç kalmamaya çalışın.” Marc’la birbirimize sarıldık.
Elimdeki metini jüriye vermek için sahnenin kenarına yaklaştım. Aynı anda ayağım burkuldu ve spot ışıkları yüzünden başım döndü. Ben dengemi toplayamadan sahneden aşağı düştüm. Etraf yavaş yavaş karardı. Bayıldığımı sandım ama etraftaki sesleri ve başımdaki sıcaklığı hissedebiliyordum. “Melanie, Tanrım birisi yardım etsin.” Diye bağırdı Marc. Ben iyiyim demeye çalıştım ama uyku şu an daha tatlıydı.
“Sana etrafı dolaştırmamı ister misin? Burası oldukça geniş bir bölge ve tüm evler birbirinin aynısı. Bazen ben bile yanlış eve gidebiliyorum.” “Tabi olur.” Yürümeye başladık. Marc etraftaki sokakları, cafeleri, marketleri ve sinemaları gösteriyordu. Bense Rob’u düşünüyordum. Burası onun çocukluğun geçtiği yerdi ve ben yanımda Marc yerine onun olmasını tercih ederdim. “Sence de harika değil mi Mel, umarım sana Mel dememde bir sakınca yoktur.” Onu dinlemiyordum ki, ne cevap verecektim şimdi? “Üzgünüm dalmışım. Tabi ki Mel diyebilirsin. En son ne demiştin?” “Robert Pattinson diyorum. Hani şu herkesin peşinden koştuğu seksi vampir! Ah sakın bana bilmiyorum deme.” Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Ah Robert Pattinson. Birkaç kere Los Angeles’da görmüştüm. Evet hoş biri.”
Yalan söylediğim anlaşılmasın diye etrafa bakmaya başladım. O bana soru sormaktan vazgeçince bende onu dinlemekten vazgeçtim. “Kaç yaşındasın?” diye sordu bir ara. “19” otomatik olarak cevabımı verdim. “Ya sen?” “18’im gelecek ay bitiyor. Harika bir parti vereceğim. Mutlaka gelmelisin.” Tabi en çok istediğim şey bir partiye katılmaktı.(!) “Tabi orada olacağıma emin olabilirsin.” Yürümeye devam ettik.
Yağmur çiselemeye başladığında bizde eve dönüyorduk. “Ah hadi ama! Neden yağmak zorunda ki?” Marc anlamsız gözlerle bana baktı. “Yağmuru sevmiyor musun? Üzgünüm tatlım ama buna alışmak zorundasın. Burası Londra.” Sıkıntıyla gözlerimi devirdim. “Bu lafı daha ne kadar duymak zorundayım.” Diye mırıldandım kendi kendime.
Eve gelene kadar sırılsıklam olmuştum. “Ben tam şu evde oturuyorum.” Eliyle karşı sıradaki 3. evi gösterdi. “İstediğin zaman gelebilirsin.” Başımı tamam anlamında salladım. “Sanırım sen evimin nerede olduğunu biliyorsun.” Eliyle tamam işareti yapıp kendi evin doğru koştu. Eve girdim.
“Nereye kayboldun Mel? Cep telefonunu yanına almamışsın. Birkaç kere çaldı ama bakmadım.” Lanet olsun. Koşarak odama çıktım. Rob iki kez aramıştı. Ben onu arayacakken telefonum tekrar çalmaya başladı. Çalar çalmaz yanıtladım. “Mel?” “Ah, Rob üzgünüm. Telefonumu yanıma almayı unutmuşum.” “Önemli değil tatlım sadece biraz endişelendim. Bu arada iki hafta sonra geliyorum.” “Gerçekten mi? Yani sen gerçekten geliyor musun? Tanrım bu duyduğum en harika haber.” “Sevinmene sevindim. Bu kadar sevineceğini bilseydim daha önceden haber verirdim.” Annem bana seslendi. “Üzgünüm, şimdi kapatmalıyım. Anneme yardım etmem lazım. Seni seviyorum.” “Bende seni seviyorum.” Koşarak aşağıya indim.
“Evet geldim ne istiyorsun?” Camdan dışarı bakarak “Dışarıda seni biri bekliyor.” Dedi. Bakışlarında soru soran bir ifade vardı. Camdan baktım. Marc dışarıda duruyordu. “Ah, O mu… Biraz önce tanıştık. Oldukça şirin biri. Benden sadece birkaç ay küçük.” Evlerini gösterdim. “Orada oturuyor. Belki bir ara onları ziyaret edebiliriz.” “Tabi tatlım sen nasıl istersen. Hadi şimdi onu bekletme. Acelesi var gibi görünüyor.”
Kapıyı açtım. “Hey Marc, bu kadar çabuk görüşmeyi beklemiyordum. İstediği hediyeyi almış çocuk gibi gülümsüyordu. Elindeki sarı kağıtlardan birini bana uzattı. Kağıdı alıp üzerindeki yazıyı okudum. “Londra Tiyatro Akademisi. Son başvuru tarihi: 18 Haziran.” Yani iki gün sonra. “Bunu neden bana getirdin ki?” gözlerini devirdi. “Düşündüm de ikimizin de yapacak hiçbir şeyi yok. Denemekten bir zarar gelmez. Hem kabul edilirsek çok eğlenceli olur.” “Tamam sen kazındın. Seçmelere ne zaman gidiyoruz?” Elleriyle yolu gösterdi. “Şimdi? Tabi sana uygunsa.” “Tabi. Anneeee!!!” koşarak mutfak camına gittim. “Ben tiyatro için seçmelere gidiyorum. Seni ararım.” Eliyle git işareti yaptı.
Koşarak Marc’ın yanına döndüm. Koluna girdim. Hızlı adımlarla yürümeye başladık. “Benim hiç deneyimim yok. Ne yapacağız?” omuzlarını silkti. “ Belki doğal yeteneğimiz vardır. Orada çok komik görüneceğiz. Herkes elindeki yazıları okurken biz umursamayacağız. Belki de bizi kovarlar.” “Belki de…” dedim. İkimizde güldük.
“İşte geldik.” Dedi. Kocaman görkemli bir binanın önünde durduk. Binanın duvarlarında altın sarısı işlemeler vardı. Beyaz taş merdivenlerin üzerinde kırmızı halı vardı. “Bayanlar önden.” Dedi Marc. Bende ünlü bir oyuncu gibi saçlarımı savurup elbisemin eteklerini tutuyormuş gibi yaparak merdivenlerden çıktım. “Sende yetenek var. Bunu görebiliyorum. Oyuncu olmak için yaratılmışsın.” Gülerek omzuna vurdum. “Hadi ama geç kalacağız. Ben bu işten vazgeçmeden gelsen iyi olur.” Kapıdan girdik. İçeride onlarca oyun afişi vardı. Binanın içi o kadar güzeldi ki ağzım açık kalmıştı.
“Nasıl yardımcı olabilirim?” Beyaz saçlı bir kadın bize doğru yaklaşıyordu. Elimdeki ilanlardan birini ona uzattım. “Biz bunun için gelmiştik. Denemelere katılmak istiyoruz.” “Tam zamanında hayatım. Son adaylar da çıkmak üzere.” Bu sırada kapıdan bizim yaşlarımızda 7 kişi çıktı. “Siz girin.” Dedi bizi kapıya yönlendirerek.
Kapıdan girdiğimizde spot ışıkları yüzünden gözlerim kamaştı. Jüri üyesi olduğunu düşündüğüm kişilerden biri sahnenin önüne geldi ve bize birer metin verdi. “Buyurun lütfen, sizi izliyoruz. Heyecanlanmanıza gerek yok.” Zoraki bir gülümsemeyle kağıtları aldım. Birini Marc’a verdim. Ve rollerimizi oynamaya başladık. Metin çok kolay ve eğlenceliydi. Kendimizi kaptırmıştık. “Bu kadar yeterli. Doğru söylemek gerekirse harikaydınız. Düşünmeye gerek yok. Cuma günü saat beşte ilk çalışmalarımız başlıyor. Geç kalmamaya çalışın.” Marc’la birbirimize sarıldık.
Elimdeki metini jüriye vermek için sahnenin kenarına yaklaştım. Aynı anda ayağım burkuldu ve spot ışıkları yüzünden başım döndü. Ben dengemi toplayamadan sahneden aşağı düştüm. Etraf yavaş yavaş karardı. Bayıldığımı sandım ama etraftaki sesleri ve başımdaki sıcaklığı hissedebiliyordum. “Melanie, Tanrım birisi yardım etsin.” Diye bağırdı Marc. Ben iyiyim demeye çalıştım ama uyku şu an daha tatlıydı.
18 Ocak 2010 Pazartesi
Bölüm 13
“Melanie!” dedi annem ve babam aynı anda. Üzerime dökülen sıcak kahvenin acısıyla ve duyduklarımın şokuyla çırpınıyordum. “İyiyim,iyiyim. Başım döndü biraz. Uçaktan olsa gerek. Etrafı batırdım.” Clare oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Bana yardım etmeye başladı. Beraber etraftaki bardak kırıklarını topladık. Annem, babam ve Richard politika gibi sıkıcı konulardan bahsediyorlardı. Clare’nin de sıkıldığını anladım.
Temizleme işi bittiğinde “İyisin değil mi hayatım?” diye sordu Clare. “İyiyim Bayan Clare. Teşekkür ederim.” “Ah lütfen, bana sadece Clare demen yeterli. Seninle çok iyi dost olacağımızı hissediyorum.” Samimi bir şekilde gülümsedim bende. Onun da bu oyundan haberi var mıydı acaba merak ettim. Acaba benim oğullarının sevgilisi olduğumu biliyorlar mıydı? Tam olarak emin olamadım çünkü bana anlayabilmem için hiçbir sinyal göndermediler. Ne Clare bana dik dik baktı, ne de benimle o konu hakkında konuşmak istedi. Tüm gece boyunca arkadaşlarımdan, hoşlandığım filmlerden, müziklerden, giyim tarzından bahsettik. Aramızda yaş farkının çok olmasına rağmen sanki aynı yaşta gibiydik. Zevklerimiz neredeyse aynıydı. Mükemmel bir espri anlayışı vardı ve beni neredeyse gülmekten ağlatacaktı. Bu kadar harika bir kadının bu kadar harika bir oğlu olmasına şaşırmadım demek doğru olurdu heralde.
Akşam yeni komşularımız gittikten sonra sıra annem ve babama hesap sormaya gelmişti. “Siz ikiniz hemen buraya gelin!” önce ne cevap verdiler ne de yanıma geldiler. Bu kadar kolay vazgeçecek değildim. Babam benim Rob ile olan ilişkimi ne zaman öğrenmişti de bu evi ayarlamıştı? İlk defa adını ve ünvanını kullandığını düşündüm. “Anne, baba size sesleniyorum. Bana bir açıklama yapmak zorundasınız!” El ele tutuşarak geldiler yanıma. Böyleyken liseli gençler gibi görünüyordu ikisi de. Koltuğa oturup beni süzmeye başladılar. Ben de sanki sorgu yapan bir polis memuru gibi bir sağa bir sola gidip geliyordum. “Evet, anlatın bakalım. Bu ev kimin fikriydi?” Annem utanarak elini kaldırdı. “Tahmin etmiştim. Peki sen ne zamandır biliyorsun bizim ilişkimizi? Tanrım o an ne kadar utandığım hakkında bir bilgin var mı senin? Ya Clare benden hoşlanmasaydı? Ya benim paranoyak bir aşık olduğumu düşünseydi o zaman ne olurdu?” “Ah biraz rahatla hayatım. Bence her şeyi abartıyorsun. Babanla toplantılara geldiğimiz zaman senin ona ilgin olabileceğini tahmin etmiştim. Daha sonraları bu tahminimin doğru olabileceğini düşündüm. Bu sırada baban internette bu evin ilanını görmüş. Evi incelemek için geldiğinde komşularla tanışmış ve onların seninkinin anne babası olduğunu öğrenmiş. Gerisini tahmin edebilirsin. Baban beni aradı ve bende bunun senin için mükemmel olacağını düşündüm.” Babam gururlu gururlu gülümsüyordu. “Hala bize kızgın mısın tatlım?” diye sordu otoriter ses tonuyla. “Hayır değilim. Ve sanırım size teşekkür de etmem gerekiyor.” İkisi de umursamaz bir ifadeyle omuzlarını salladılar. Kıkırdadım. “Bu gecelik bu kadar yeter. Ne dersiniz, artık yatalım mı?” birbirlerini sevmekle çok meşgul oldukları için bana cevap vermediler. Bende gözlerimi devirip odama çıktım.
Odam aynen Los Angeles’daki odam gibi dekore edilmişti. Yatağım pencerenin yanındaydı, karşısında da benim için ideal boyutlarda bir televizyon ve DVD oynatıcı vardı. Televizyonun altındaki rafa Los Angeles’dan getirilen DVD’ler yerleştirilmişti. Bilgisayarım hemen çaprazda masanın üzerinde duruyordu. Tüm eşyalarım açık mavi odayla uyum içindeydi. Beyaz tüllerin asılı olduğu pencereye doğru ilerledim. Tülleri kaldırıp karşı eve baktım. Perdeleri kapalı bir oda vardı. Gözlerimi kapatıp o odanın Rob’un olmasını diledim. Kendimi yatağa bıraktım.
Uyumadan önce Rob’un sesini duymak iyi gelebilirdi bana. Acaba onun da haberi var mıydı bu küçük oyundan? Telefonumu çıkarıp mesajlar bölümüne girip numarasını tuşladım. “Hey, bu kadar çabuk unutulacağımı sanmıyordum!” Sanki telefonun başında bekliyormuş gibi anında cevap geldi. “Tabi ki de unutmadım. Anlat bakalım neler yapıyorsun? Ev nasıl?” haberi yok gibiydi. Biraz dalga geçsem bir şey olmazdı herhalde. “Ev çok şirin ve yeni komşularımızla tanıştım. Çok tatlı bir çift. Ayrıca benden iki yaş büyük bir oğulları varmış. Babam oğlunun çok yakışıklı olduğunu anlatıp durdu tüm gece…” Cevabını merak ettim. İlki kadar çabuk cevap gelmedi. Acaba onu üzdüm mü derken cevap geldi. “Hımm, senin için sevindim. Orada yalnız çekmezsin. Tabi ki benden vazgeçmek istersen seni anlarım.” Ne saçmalıyordu bu şimdi. “Hikayenin tamamını duymadın daha. Çiftin adları Clare v e Richard. İkisi de oldukça özel insanlar. Özellikle Clare, onu o kadar çok sevdim ki. Tüm akşamı sohbet ederek ve gülerek geçirdik.” Bakalım buna ne cevap verecekti.
Uzun süre bekledim cevap gelmedi. Uyumaya hazırlanırken telefon çaldı. Bu kez mesaj atmamıştı ama arıyordu. “Melanie, bana hikayeyi baştan anlatmak ister misin?” “Merhaba Rob, çok iyiyim evet biliyorum bende seni çok özledim ve evet seni çok seviyorum. Sorduğun için teşekkür ederim.” Dedim imalı olarak. “Özür dilerim tatlım. Ama şu an çok şaşkınım. Sen Clare ve Richard dedin ve bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?” bıkkın bir nefes verdim. “Evet çok iyi biliyorum. Bütün akşamı senin ailenle beraber geçirdim. Ve sanırım şu anda penceremden baktığımda senin odanı görüyorum. Annem bizim aramızdaki ilişkiyi öğrenip babama söylemiş o da internette bu evi görmüş. Daha sonra evi incelerken sizinkilerle tanışmış. Anneme haber vermiş. Annemde benim için harika olacağını düşünmüş. İşte hikayenin kısa özeti bu.” Rahatsız edici bir sessizlik oldu. “Vay, demek Londra’da bile beraberiz. En yakın zamanda gelmeye çalışacağım emin ol. Bu arada saat farkına alışmam gerekiyor. Şu an uyuyor olman lazım senin. Kendini yorma ve kalbime iyi bak. Seni seviyorum prenses.” Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. “Bende seni seviyorum Rob. İyi geceler yada günaydın. Her neyse. Seni seviyorum.” Telefonu kapattım.
Artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirdim. Bu gece kabus görmeyecektim çünkü mutluydum. Ondan uzakta olsam bile sanki ruhu benimleydi. Onu yanımda hissedebiliyordum. Varlığını hayal etmek çok kolaydı. Gözümü kapattığımda onu yüzünü görüyordum. Ve o varken, benim dünyamda kabuslara yer yoktu. Müthiş bir huzurla uykuya daldım.
* * *
Sabah uyandığımda hava bulutluydu. Gökyüzü griydi ve hava oldukça soğuk görünüyordu. Camdan bakıp homurdandım. “Hayatım demek uyandın.” Annem gelip perdelerimi sonuna kadar açtı. “Buna alışsan iyi olur. Burada güneş pek kendini göstermez. Alışmaya çalış.” Göz kırpıp odadan çıktı. Dolabın karşısına geçtim. Gri uzun kollu tişörtümün üzerine mavi hırkamı ve kot pantolonumu giydim ve kahvaltı için aşağı indim.
Annem ve babam çoktan kahvaltılarını yapmışlardı. Benim için masanın üzerine bıraktıkları sandviçi alıp bahçeye çıktım. Elimle çimenlere dokundum. Islak sayılmazlardı. Bende kendimi çimenlere bıraktım. Hem etrafa bakıyor hem de kahvaltı yapıyordum. Çimende ayak sesleri duyunca arkama döndüm. “Selam.” Dedi. Elini bana uzatmış bekliyordu.
Temizleme işi bittiğinde “İyisin değil mi hayatım?” diye sordu Clare. “İyiyim Bayan Clare. Teşekkür ederim.” “Ah lütfen, bana sadece Clare demen yeterli. Seninle çok iyi dost olacağımızı hissediyorum.” Samimi bir şekilde gülümsedim bende. Onun da bu oyundan haberi var mıydı acaba merak ettim. Acaba benim oğullarının sevgilisi olduğumu biliyorlar mıydı? Tam olarak emin olamadım çünkü bana anlayabilmem için hiçbir sinyal göndermediler. Ne Clare bana dik dik baktı, ne de benimle o konu hakkında konuşmak istedi. Tüm gece boyunca arkadaşlarımdan, hoşlandığım filmlerden, müziklerden, giyim tarzından bahsettik. Aramızda yaş farkının çok olmasına rağmen sanki aynı yaşta gibiydik. Zevklerimiz neredeyse aynıydı. Mükemmel bir espri anlayışı vardı ve beni neredeyse gülmekten ağlatacaktı. Bu kadar harika bir kadının bu kadar harika bir oğlu olmasına şaşırmadım demek doğru olurdu heralde.
Akşam yeni komşularımız gittikten sonra sıra annem ve babama hesap sormaya gelmişti. “Siz ikiniz hemen buraya gelin!” önce ne cevap verdiler ne de yanıma geldiler. Bu kadar kolay vazgeçecek değildim. Babam benim Rob ile olan ilişkimi ne zaman öğrenmişti de bu evi ayarlamıştı? İlk defa adını ve ünvanını kullandığını düşündüm. “Anne, baba size sesleniyorum. Bana bir açıklama yapmak zorundasınız!” El ele tutuşarak geldiler yanıma. Böyleyken liseli gençler gibi görünüyordu ikisi de. Koltuğa oturup beni süzmeye başladılar. Ben de sanki sorgu yapan bir polis memuru gibi bir sağa bir sola gidip geliyordum. “Evet, anlatın bakalım. Bu ev kimin fikriydi?” Annem utanarak elini kaldırdı. “Tahmin etmiştim. Peki sen ne zamandır biliyorsun bizim ilişkimizi? Tanrım o an ne kadar utandığım hakkında bir bilgin var mı senin? Ya Clare benden hoşlanmasaydı? Ya benim paranoyak bir aşık olduğumu düşünseydi o zaman ne olurdu?” “Ah biraz rahatla hayatım. Bence her şeyi abartıyorsun. Babanla toplantılara geldiğimiz zaman senin ona ilgin olabileceğini tahmin etmiştim. Daha sonraları bu tahminimin doğru olabileceğini düşündüm. Bu sırada baban internette bu evin ilanını görmüş. Evi incelemek için geldiğinde komşularla tanışmış ve onların seninkinin anne babası olduğunu öğrenmiş. Gerisini tahmin edebilirsin. Baban beni aradı ve bende bunun senin için mükemmel olacağını düşündüm.” Babam gururlu gururlu gülümsüyordu. “Hala bize kızgın mısın tatlım?” diye sordu otoriter ses tonuyla. “Hayır değilim. Ve sanırım size teşekkür de etmem gerekiyor.” İkisi de umursamaz bir ifadeyle omuzlarını salladılar. Kıkırdadım. “Bu gecelik bu kadar yeter. Ne dersiniz, artık yatalım mı?” birbirlerini sevmekle çok meşgul oldukları için bana cevap vermediler. Bende gözlerimi devirip odama çıktım.
Odam aynen Los Angeles’daki odam gibi dekore edilmişti. Yatağım pencerenin yanındaydı, karşısında da benim için ideal boyutlarda bir televizyon ve DVD oynatıcı vardı. Televizyonun altındaki rafa Los Angeles’dan getirilen DVD’ler yerleştirilmişti. Bilgisayarım hemen çaprazda masanın üzerinde duruyordu. Tüm eşyalarım açık mavi odayla uyum içindeydi. Beyaz tüllerin asılı olduğu pencereye doğru ilerledim. Tülleri kaldırıp karşı eve baktım. Perdeleri kapalı bir oda vardı. Gözlerimi kapatıp o odanın Rob’un olmasını diledim. Kendimi yatağa bıraktım.
Uyumadan önce Rob’un sesini duymak iyi gelebilirdi bana. Acaba onun da haberi var mıydı bu küçük oyundan? Telefonumu çıkarıp mesajlar bölümüne girip numarasını tuşladım. “Hey, bu kadar çabuk unutulacağımı sanmıyordum!” Sanki telefonun başında bekliyormuş gibi anında cevap geldi. “Tabi ki de unutmadım. Anlat bakalım neler yapıyorsun? Ev nasıl?” haberi yok gibiydi. Biraz dalga geçsem bir şey olmazdı herhalde. “Ev çok şirin ve yeni komşularımızla tanıştım. Çok tatlı bir çift. Ayrıca benden iki yaş büyük bir oğulları varmış. Babam oğlunun çok yakışıklı olduğunu anlatıp durdu tüm gece…” Cevabını merak ettim. İlki kadar çabuk cevap gelmedi. Acaba onu üzdüm mü derken cevap geldi. “Hımm, senin için sevindim. Orada yalnız çekmezsin. Tabi ki benden vazgeçmek istersen seni anlarım.” Ne saçmalıyordu bu şimdi. “Hikayenin tamamını duymadın daha. Çiftin adları Clare v e Richard. İkisi de oldukça özel insanlar. Özellikle Clare, onu o kadar çok sevdim ki. Tüm akşamı sohbet ederek ve gülerek geçirdik.” Bakalım buna ne cevap verecekti.
Uzun süre bekledim cevap gelmedi. Uyumaya hazırlanırken telefon çaldı. Bu kez mesaj atmamıştı ama arıyordu. “Melanie, bana hikayeyi baştan anlatmak ister misin?” “Merhaba Rob, çok iyiyim evet biliyorum bende seni çok özledim ve evet seni çok seviyorum. Sorduğun için teşekkür ederim.” Dedim imalı olarak. “Özür dilerim tatlım. Ama şu an çok şaşkınım. Sen Clare ve Richard dedin ve bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?” bıkkın bir nefes verdim. “Evet çok iyi biliyorum. Bütün akşamı senin ailenle beraber geçirdim. Ve sanırım şu anda penceremden baktığımda senin odanı görüyorum. Annem bizim aramızdaki ilişkiyi öğrenip babama söylemiş o da internette bu evi görmüş. Daha sonra evi incelerken sizinkilerle tanışmış. Anneme haber vermiş. Annemde benim için harika olacağını düşünmüş. İşte hikayenin kısa özeti bu.” Rahatsız edici bir sessizlik oldu. “Vay, demek Londra’da bile beraberiz. En yakın zamanda gelmeye çalışacağım emin ol. Bu arada saat farkına alışmam gerekiyor. Şu an uyuyor olman lazım senin. Kendini yorma ve kalbime iyi bak. Seni seviyorum prenses.” Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. “Bende seni seviyorum Rob. İyi geceler yada günaydın. Her neyse. Seni seviyorum.” Telefonu kapattım.
Artık gönül rahatlığıyla uyuyabilirdim. Bu gece kabus görmeyecektim çünkü mutluydum. Ondan uzakta olsam bile sanki ruhu benimleydi. Onu yanımda hissedebiliyordum. Varlığını hayal etmek çok kolaydı. Gözümü kapattığımda onu yüzünü görüyordum. Ve o varken, benim dünyamda kabuslara yer yoktu. Müthiş bir huzurla uykuya daldım.
* * *
Sabah uyandığımda hava bulutluydu. Gökyüzü griydi ve hava oldukça soğuk görünüyordu. Camdan bakıp homurdandım. “Hayatım demek uyandın.” Annem gelip perdelerimi sonuna kadar açtı. “Buna alışsan iyi olur. Burada güneş pek kendini göstermez. Alışmaya çalış.” Göz kırpıp odadan çıktı. Dolabın karşısına geçtim. Gri uzun kollu tişörtümün üzerine mavi hırkamı ve kot pantolonumu giydim ve kahvaltı için aşağı indim.
Annem ve babam çoktan kahvaltılarını yapmışlardı. Benim için masanın üzerine bıraktıkları sandviçi alıp bahçeye çıktım. Elimle çimenlere dokundum. Islak sayılmazlardı. Bende kendimi çimenlere bıraktım. Hem etrafa bakıyor hem de kahvaltı yapıyordum. Çimende ayak sesleri duyunca arkama döndüm. “Selam.” Dedi. Elini bana uzatmış bekliyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)